Antikalar E-posta Listesi

Türk Sanat Piyasasından haberdar olmak için, en güncel müzayedeleri takip etmek için lütfen eposta listemize üye olun.

         

123 Street Avenue, City Town, 99999

(123) 555-6789

email@address.com

 

You can set your address, phone number, email and site description in the settings tab.
Link to read me page with more information.

Yalçın Gökçebağ

Ümmühan Kazanç

ANADOLU'DAN BETİMLEMELER

1960'lı yıllardan bu yana doğayı ve Anadolu'yu resmediyor. Arabaları çeken beygirler, koşumları, süsleri, arabayı kullanan kişinin başını öne eğmiş düşünceli duruşu, Anadolu yollarında karşımıza çıkan buğday tarlaları, elma bahçeleri, erguvan ağaçları, dere kenarında halı yıkayanlar, yörük çadırları ve daha nice güzellik Yalçın Gökçebağ'ın tuallerine yansıyan görüntüler. Bütün bunlar O'nun birebir yaşadığı olaylar. O, Anadolu'nun güzelliklerini, tuallerinde bir dantel gibi işleyerek sanatseverlere yansıtmaya devam ediyor.

"Anadolu Düşlerinin Ressamı" olarak anılan Yalçın Gökçebağ'ı tanıyabilir miyiz? Niye "Anadolu Düşlerinin Ressamı?"

1944 yılında, Denizli'nin Çal ilçesinin Ortaköy'nde doğdum. İlkokul öğrenimimi bitirdiğimde, ailem ile birlikte Isparta'da bulunan Gönenköy İlk Öğretmen Okulu -önceki adı Gönen Köy Enstitüsü- ve Isparta Yatılı İmam Hatip Okulu'na gitmek için gerekli girişimlerde bulunduk. Önce İmam Hatip Okulu'nun yazılı sınavına girdim, kazanamadım. Öğretmen Okulu'nun sınavını kazandım ve 1954-55 yılında Isparta-Gönen İlk Öğretmen okuluna başladım. Okuldayken, resim ve müzik derslerinde, diğerlerine oranla çok daha başarılıydım. Hatta müzik daha da ağır basıyordu. Ancak keman ile Hohman I. Metodundaki bir parçayı çalmaya çalışırken, türkü çalmaya başlamam ve bunu gören müzik öğretmenim tarafından cezalandırılmam, benim müzikten soğuyup, resme yönelmeme neden oldu. 1957-58 yılında İstanbul'daki Çapa İlk Öğretmen Okulu Resim Semineri'ne katıldım. Üç yıl bu okulda, çok değerli ressam Hocalarım Malik Aksel, İlhami Demirci'den temel resim bilgilerini öğrendim. 1961 yılında okulu bitirdikten sonra Denizli'nin Şirinköyü'ne İlkokul öğretmeni olarak atandım. Bir yıl öğretmenlikten sonra 1963 ylında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü'ne girdim. 
"Anadolu Düşlerinin Ressamı" olarak anılmak ve anımsanmak elbette çok hoş bir duygu. Anadolu'yu düşünerek resim yapmaya başlamam 1965-1966 yılında, Gazi Eğitim Resim Bölümü'nü bitirdikten sonra resim öğretmeni olarak atandığım Akşehir İlk Öğretmen Okulun'da çalıştığım yıllara rastlar. Buradaki atölye-odamdaki penceremin önünden, sonbahar mevsiminin sonlarına doğru, dizi dizi geçen 'Pancar Arabaları' beni çok etkilemişti. Arabaları çeken beygirler, koşumları, süsleri, arabanın taşıdığı yüke uygun yapısı, arabayı kullanan kişinin başını öne eğmiş düşünceli duruşunu, giderken tekerleklerden çıkan tıngırtılı sesleri ve uzayıp giden Anadolu yollarında kah bir buğday tarlasının, kah bir elma bahçesinin kenarından geçerken hissettiklerimi düşünerek tullarime yansıttığım görüntülerdir. Bu gözlemlerin ilk örnekleri olarak yapmış olduğum "Pancar Arabaları" konulu birçok gravür tarzı çalışmam, Varlık Dergisi'nde yayınlandı.

Sizi 'naif bir ressam' olarak mı, yoksa 'resimlerine bilinçli olarak naif hava vermeyi amaçlayan bir sanatçı' olarak mı düşünmeliyiz. Bu konu çok tartışılıyor ama bir de sizin cümleleriniz ile buna bir parantez açalım...

Naif kelimesi Fransızca kökenlidir ve sözlük anlamı saf, temiz, katışıksız ve çocuksudur. Ne varki 'Naif Ressam' tanımlaması bizde yanlış anlaşılmaktadır. Buna dayanarak, naif resme de açıklık getirmek amacıyla birkaç maddeyi sıralamak istiyorum. Naif ressamlar resim eğitimi görmemişlerdir. Bu ressamlar, resmi ikinci bir iş olarak değerlendirirler. Dolayısıyla geçimlerini sağladıkları esas işleri vardır. Daha çok Cumartesi ve Pazar günleri resim yaparlar. Bundan dolayı 'Cumartesi-Pazar Ressamları' olarak da anılırlar.

Doğayı gördükleri gibi değil, düşündükleri gibi yorumlarlar. Çocuksu bir üslupları olduğu için, perspektif pek yoktur ve resimde 'Boy Hiyerarşisi' dediğimiz -önemli olan daha büyüktür- olgu söz konusudur. 
Elbette bu saydığım maddeler kesin kurallar değildir. Ancak, şimdiye kadar olagelmiş naif ressamlardan alınmış ortak yönlerdir. Örneğin, Naif bir ekol değildir. 'Naifizm' diye bir ekol yoktur. Naivist ressam vardır. Bu arada şunu da ilave etmek yararlı olur kanısındayım: Bizde eğer bir resim titiz bir figür tekniği ile yapıldıysa, hele de resmin unsurları küçük ise hemen Naif ressam sanılıyor. Bütün bunlardan sonra akla şu soru geliyor: Peki siz Naif değil misiniz? Naif bir ressam olmadığımın az önce saydığım maddelerden anlaşıldığını sanıyorum. Ancak çok ilgi kurulması söz konusu ise bende Naivite var, yani saf ve temiz bir yorum. Ayrıca bütün sanatçılarda böyle duygu ve yorumun olduğu inancındayım, hatta olması gerektiğine de inanıyorum. 

Yalçın Gökçebağ resimleri hayat dolu, sevinçli, iç ferahlatıcı, duygulu, çocuksu, samimi, sade ve bir o kadar da bozulmamış bir dünyayı yansıtıyor. Tüm bu pozitif duyguları yansıtmak, negatif olayların ağır bastığı çağımızda kolay olmasa gerek.

Rüyalarımız nasıl soyut kavramlar ise bizim geçmişimizin de zamanımıza göre rüya gibi olduğunu söyleyebiliriz. Buradan hareket ile çocukluk günlerimizi düşündüğümüzde soyut kavramlarla karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir. Hele bir de resmini yaptığınızda bambaşka atmosfere girdiğiniz kesindir. Resmin felsefesi hemen bir çırpıda oluşamaz, resim yapan ya da resim ile uğraşan bir çok kişinin gayet iyi anlayacağı gibi, bir seferde 'Kişilik', 'Üslup' oluşmaz ve oluşamaz. Kişiliğin oluşması için yıllarca çalışmak, araştırmak gerekir. Bazen yeni resme başlamış insanlarda, hızlı bir üslup bulma merakı olduğunu görürüz. Hiç bir şey zorlamayla olmaz, her üslup sabırla çalışmaya yüzde yüz bağlıdır. Resim yaparken önce konuyu düşünür, sonra da konunun gerektirdiği, bana özgü olan resmin kurgusu doğrultusunda, matematiğini, geometrisini oluştururum. Ben böyle söyledikçe resim severlerim şaşırırlar ancak gerçek budur. Yani doğru, dengeli, yeni resim yapabilmek. Resme duygu, sevinç katmak gibi kavramlar 'Ben'dedir. Onu resme nasıl yansıttığımı itiraf etmek gerekirse bilmiyorum. Belki psikolojik bir olaydır. 

Ekin biçenler, ayçiçeği tarlaları, saman arabaları, hasat, erguvan ağaçları... Hepsi birer Gökçebağ klasiği... Onlar bize dolu dolu yaşanmış anıları mı anlatıyor? Ve bu kadar da doğal ve içten yansıyor tuallere.

 Ekin biçenler, ayçiçeği tarlaları, çay toplayanlar, portakal toplayanlar, zeytin toplayanlar gibi konular benim birebir yaşadığım olaylardır. Eğer yaşamadığım, incelemediğim bir konu varsa, onun resmini yapamam. Örneğin Malatyalı dostlardan bazıları 'Dut Toplayanlar' resmi yapmamı istediklerinde, olumsuz yanıt aldılar. Ben dut toplama eylemini yaşamadım ki. Yaşamadığım için bilmem, bilemediğim için yapamam. Hep şunu söylerim: Sanatçı bir doğa bilimcisi gibi en ince ayrıntıları bilmek zorundadır. Doğayı bilecek, kullandığı malzemelerin, boyasının, fırçasının da herşeyini bilecek. Bilmezse ne olur? O zaman yaptığı iş yanlış olur.

Ve kır ve köy manzaraları... Şehirler, İstanbul, Ankara, İzmir sizi hiç mi etkilemedi?

Ben senelerdir Ankara'da yaşıyorum. Yaşıyorum ama ruhum hep Anadolu'da, hatta Anadolu'nun eski halinde. Bu yüzden bir türlü köyden şehre gelemedim. Belki bende, beton, motor, makine, doğal olmayan ne varsa ona tepki var. Resimlerimin hiçbirinde motor, makine kullanmadım, hep at arabalarını yaptım. Zaman zaman eski buharlı lokomotifleri, kara trenleri kullandım. Bunun dışında, büyük kentlerde gerçekten ilgimi çeken bir konu göremiyorum. İstanbul'da da gördüğüm bir şey yok. Denizi, Boğazı, Haliç'i, Karaköy'ü, Taksim'i nedense bana bir şey ifade etmiyor. Evet çok hoşlanıyorum, çok seviyorum ama resimsel olarak bana göre bir şey bulamıyorum. Örneğin Deniz; Ben denizde ancak yüzüyorum, başka bir ilintim yok.

Pek de sevdiğimi söyleyemem. Çünkü denizi yaşayamadım. Ben 18-20 yaşında Pamukkale'de yüzmeyi öğrendim, ona da yüzme denirse. Geçenlerde bir dostum beni havuzda yüzerken görmüş, yanıma geli "Hoca çok iyi resim yapıyorsun ancak hiç iyi yüzemiyorsun" demişti. Bunu şundan anlattım; tam konsantre olamadığım, yaşayamadığım, kendimi onda hissetmediğim olayların resmini yapamıyorum. Zaten doğanın güzellik tanımı bizde yanlış anlaşılmış. Bir gün öğrencilerimden sevdikleri bir manzarının resmini yapmalarını istedim. Sonuç çok ilginçti. Gökyüzü, güneş, bulutlar, dizi dizi dağlar, göl, önde dere, derenin iki yanında ağaçlar, hatta birçoğu bizim mimarimiz ile alakası olmayan bir ev ve derede yüzen ördekleri resmetmeye çalışmışlar. Acaba güzel manzara bu mu? Anadolumuzun her köşesinin ayrı bir güzelliği yok mu? Bozkırlar, zeytinlikler, tepeler güzel değil mi? 

Empressiyonizm akımı mı diyelim? Yoksa siz de herhangi bir sanat akımı ile anılmaktan mutlu olmuyor musuz? Cezanne gibi ünlü Empressiyonistler sizin tablolarınıza konuk oluyor mu? Ama açıkça söylemek gerekirse sizin izlenimciliğiniz bambaşka bir izlenimcilik. Daha coşkulu ve daha çok hayatı yaşıyor...

Bu soru bana çok soruluyor. Siz hangi akıma göre resim yapıyorsunuz? Buna bağlı olarak bir dostumun anısını anlatmak istiyorum. 1940'lı yıllarda Galatasaray'da açılan bir sergiyi gezdikten sonra orada oturan ressama sormuş: "Efendim şimdi bu resimlerin tarzı ne oluyor?" Üstad da "İlla ki öğrenmek mi istiyorsun?" Arkadaş da "evet" der ve Üstad da "Manzara de gitsin" cevabını verir. Şimdi resmin bir ekolü olması, bir ekole bağlı olması çok gerekli değil. Önemli olan kendi içinde güzel bir resim olmasıdır. Ben sizin sorunuzdaki yoruma katılıyorum. Yani çok kendime özgü bir bakış açım var. Örneğin, tepeden bakış resimlerimin çok özgün olduğunu zannediyorum. 

Ya türküler... Onların resminiz üzerindeki etkisini izleyicileriniz fark etmeden hissedebiliyor mu? Resimlerinize bakarken sanki kulağa kuş sesleri, dere şırıltıları geliyor. Resimlerin bir de melodisi var. 

Resim yaparken radyomda sürekli türkü çalar. Bazen öyle olur ki elimdeki fırçam o türkünün ritmine uygun noktalar koyar. Tabii bu bir fantezi, benim resimlerimde Resimsel Ritm vardır, hem de bol bol... Hangi sanat dalını ele alırsanız alın, ritmsiz bir eser durgundur. Ben doğanın ritmini en çok kullanan sanatçılardan biriyim. Bir anımı anlatmak istiyorum. Amerikalı bir kompozitör "Ekin Biçenler" tablomu çok beğendi ve resme bakıp orkestra yönetir gibi, eliyle bir takım hareketler yapmaya başladı ve bana dönüp "Sizin resimlerinizde müzik var, orkestra var" deyip, benim duygularımı anlamıştı. Resim yaparken çoğu kez bir saman arabasının tıngırtısını duyduğum, ekin biçilirken ya da harmanlanırken kokusunu hissettiğim çok olmuştur.

Resimlerinizde kullandığınız doğa ve mekan temalarının yanı sıra insan figürleri de çok büyük önem taşıyor. Bu iki çok önemli noktayı başarı ile birleştirebilmezin sırrı nedir? Bunu sıradışı bir özgünlük olarak açıklayabilir miyiz?

Benim için resmin bütünlüğü çok önemlidir. Bir sanat eserinde bütünlük yok ise o; sanat eseri sayılamaz. Yani bu kadar önemlidir. Bütünlüğün içinde ahenk vardır, ritm vardır, ölçütler vardır. Bende buna dayanarak resimde bir bütünlük oluşturmaya çalışırım. Resmin içinde bulunan unsurlar, bütünü oluşturan parçalardır. Dikkat edilirse insanlarım resmin birer küçük parçasıdırlar, resmin anlatımında doğa önemlidir. İnsanlar, kuşlar, bitkiler, resmin oluşmasındaki canlı unsurlardır. Ayrıca, canlı unsuru benim için çok önemlidir. Örneğin normal yaşamımda insansız doğa düşünemem, yalnızlığı pek sevmem. Benim bulunduğum yerlerde insan ve hayvan sesleri olmalı, fazla sessizlikten çok sıkılırım.

Önder Şenyapılı "O'nun resimlerinde evrensel bir çekicilik" var diyor. Gerçekten de dünya çapında ünlü bir sanatçımızsınız. Bu çekicilik konusunu biraz irdeleyelim. 

Önce resimde çekicilik ya da cazibe ne demek, buna bakmak gerekir. Denilir ki, bir sanat eseri karşısındaki seyirci ile psiko-fizyolojik bir bağlantı kurmalıdır. Yani resme baktığınızda size hem psikolojik hem de fizyolojik etki yapmalıdır. Psikolojik etki açısından baktığımızda kişiyi olumlu ya da olumsuz düşüncelere götürmesidir. Olumsuzluk da psikolojik etki olarak görülmeli. Çünkü sanatta, hatta günümüz sanatında etki çok önemlidir. Fizyolojik etkisi ise şimdilerde çok kullanılan 'insanın adrenalini yükseltemisi'dir. Bir heyecan oluşturmalı, bir enerji vermeli. Sanat eserlerinin tümünde bu özellikleri görmeniz olasıdır. Hem soyut hem de klasik anlamda bu değişmez. Şimdi bizim beğeni dediğimiz olay az önce anlattığım olaydır ve evrenseldir. Yurtdışında açtığım sergilerin tamamında bizim sanatseverlerimizin gösterdiği tepkilerin aynısını almak beni çok mutlu ediyor. Ayrıca da çok anlamlı geliyor. 

Sizin tabolarınız ile hayatın, doğanın "yaşamaya değer olduğunu" tekrar tekrar hissediyoruz. Doğa'ya dönüş yapmak geliyor içimizden. Temanızı değiştirmeyi düşünmüyorsunuz değil mi?

Tablolarımın sizde bıraktığı güzel etkileri duymak çok hoş. İşte bizleri motive eden de bu tür beğeniler. Sanatta alkış çok önemlidir. Sanatçıyı yüreklendirir, onu şahlandırır. Ancak erenlerin sağı, solu belli olmaz derler. Benim için de gelecek ne getirir bilinmez. Elbette oturmuş, nerede ise genelleşmiş bir üslubum var, üslubum ise "Ben"im. "Ben"in değişmesini istemem. Bir gün yaşlandığımda, fiziksel yeterliliğimin kaybolmasını da göz ardı etmemek gerekiyor. O zaman ne olur bilemem. Belki hiç resim yapmam, bırakırım. Neyse bunları düşünmeyelim, moral bozucu çünkü. 

Son olarak Türkiye'de sanat hakkında neler düşünüyor sunuz? Gelecek ile ilgili planlarınız nelerdir? 

Türkiye'de sanat çok yeni ve hızlı bir gelişim içinde. Yanlışlar da var, doğrular da. Sanatımızın zaman içinde kendi kişiliğini oluşturması gerekir. Nasıl Fransız resmi, Hollanda resmi, İtalyan resmi olmuşsa, tam aksine Türk resmi oluşmamış, oluşamamış. Nedenleri çok fazla. Bana göre en önemlisi dünyaya açılmamış olmamız. Resim sanatı, sanat dalları içinde, dünyaya açılmada maliyeti en ucuz olanıdır ama elden ne gelir. Resim sanatı, hep en son gelendir. 

Yakın gelecekti sergilerinizde sanat severleri hangi sürprizler bekliyor? 

Yeni sergime gelince; ben her sergimi doktora tezi gibi düşünürüm. Yeni bir konuyla beraber sanatseverlerin karşısına çıkmak, onları heyecanlandırmak ve tezimi başarı ile tamanlayabilmek çok önemli. İstanbul sergimde özellikle yörük çadırları, dağlar yeni bir soluk olarak insanların karşısına çıktı. Dağların göğe uzanan uçları, sivri tepeler ve kayalıklarla, yörüklerin oluşturduğu kıl çadırlar arasındaki beraberlik ve zıtlıklar, yörüklerin yaşamı bu serimdeki ana tema oldu.