Antikalar E-posta Listesi

Türk Sanat Piyasasından haberdar olmak için, en güncel müzayedeleri takip etmek için lütfen eposta listemize üye olun.

         

123 Street Avenue, City Town, 99999

(123) 555-6789

email@address.com

 

You can set your address, phone number, email and site description in the settings tab.
Link to read me page with more information.

Turan Erol

Ümmühan Kazanç

"KABUL EDİLMİŞ GÜZELLİKLERE
DÜŞKÜN BİRİ DEĞİLİM"

Yaşadığı çevreye bakan, gördükleri üzerinde aralıksız düşünen bir ressam Turan Erol ama hazır, kabul edilmiş güzelliklere düşkün biri de değil. Resimlerinde ancak düşündüklerine yer var. İçten içe işleyen bir oluşum süreci söz konusu. Birşeyler görüyor, etkileniyor, sonunda onları resim dünyasına nasıl sunacağı üzerine düşünmeye başlıyor. 

29 Ekim 1927 yılında Milas'ta doğdunuz. Çocukluk ve gençlik yıllarınız ressam olma çabaları ile geçmiş... Biraz bu döneminizi bize anlatır mısınız?

Bu soruyu bir çok defa basında, TV ekranlarında, belgesellerde yanıtlamış olduğum söylenebilir. Ama bu defa biraz farklı bir yaklaşımla çocukluğumdan, çocukluğumun Milas'ından söz etmek istiyorum. Benim çocukluk ve hatta ilk gençlik yıllarımda Milas sapa sayılabilecek bir yerdi. Karya'dan itibaren Bizans, Menteşe Beyliği, Selçuklu, Osmanlı kültürlerinin görünen izlerinin yarattığı tarihsel atmosferin daha da zenginleştirdiği bir doğa kesimi... Ama yolu olmayan bir sıtma bölgesi. İzmir-Aydın demiryolu bu tarafa kol atmamış, buna gerek görülmemiş.

İzmir'e ulaşmak için kıvrım kıvrım daracık bir yolu izleyerek Beşparmak sıradağlarını aşmak, Aydın'da gecelemeyi göze almak, ertesi gün gelecek "otoray"ı beklemek gerekirdi. Savaş yıllarında, bir gün, 1940 yılındaydı yanılmıyorsam, babam beni, sık sık sıtmadan ateşlenip yatan, bademcikleri iltihaplanan ikinci oğlunu, üç yıl önce ölen birinci oğlu gibi yitirmek korkusuyla olmalı, İzmir'e götürüp uzman hekimlere göstermeye karar vermişti. İzmir'e gidişimiz, hesapta olmayan bir bademcik ameliyatı geçirdikten sonra Milas'a dönüşümüz, bütün ayrıntıları ile anımsadığım bir maceradır.

On, on ikili yaşlarımdan sonra, ünlü bir yazar, öykü ve roman yazarı olmayı düşlemeye başlamıştım. Okumaya meraklıydım, elime ne geçerse okuyordum. En yakın aile çevremizde okuyan var mıydı? Annem belirli günlerde, sabahın ilk saatlerinde mushafına eğilir, biraz işitilen bir sesle okurdu. Yeni yazıyı da bazen heceleyerek sökmeye çalıştığını anımsıyorum. Babamın okuması yazması yoktu, yalnız imza atabiliyordu. O zeki, işlek kafalı adamın okuma yazma öğrenmemiş, öğrenmek istememiş olmasına üzülürdüm. Dedem, annemin babası kitap okurdu. Evinde, sedirin üstündeki rafa dizilmiş, ne olduklarını hiçbir zaman öğrenmediğim epeyce kitabı vardı. Sanırım Bektaşi düşünme tarzına yatkın bir adam olan dedemi o kitapları pencere önünde, tel gözlükleri gözünde, kimbilir kaçıncı kez okurken görürdüm.
Sadede gelelim, benim Milas'ta ressam olmayı kafama koymam, gerçeklerle çatışan, gerçeklere ters düşen bir karar değil midir? Hala şaşıyorum; bu müzesiz, çorak ülkede bizler nasıl olmuş da kendimizi sanata adamak istemişiz? Ortaokuldan sonra İzmir'de liseye devam etmeye başlamışken bir gün kendimi İstanbul'a atıyorum. Öğrenimimi Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'nde sürdürmekten başka bir şey istemiyorum, ilerisini gerisini düşünmek istemiyorum.

Akademi yıllarınız çok renkli geçmiş. Resim sanatının duayenleri ile aynı ortamda bulunmak nasıl bir duygu? O dönem sanatçılar ve sanatçı adayları ile ilişkiler nasıldı? Hem öğreti hem de sosyal ilişkiler açısından bakarsak...

Akademide öğrencilik yıllarımızın "çok renkli" geçtiği söylenebilir mi, bilmiyorum. Akademi o yıllarda, ressam, heykeltraş artık hangi alana eğilimliyse sanatçı olmak isteyen gençlerin çoğu için sanki bir sığınaktı. Bedri Rahmi Eyüboğlu, liseyi terkedip İstanbul'a gittiğimde, beni atölyesine kayıtsız, konuk öğrenci olarak aldığında onaltı, onyedi yaşlarında bir delikanlıydım. Eren Hanım (Eyüboğlu) bazen bana takılır, "Sen bize geldiğinde kısa pantalonlu bir çocuktun" derdi.

Bedri Bey, o zaman otuzüç yaşını sürdürmekte olan bir genç adamdı, ama öğrenciler üzerinde sarsılmaz bir otoriteydi. Ondan "Hoca" diye söz edilirdi. Onu anlatan bir yazımda belirttiğim gibi, kendi deneyimlerini, öğrendiklerini günü gününe öğrencilerine yansıtan, sanatsal yaşamına öğrencilerini ortak eden bir hoca. Öğrenciler ve öğretmen birlikte öğreniyor, hatta birlikte büyüyorlardı.

Orhan Peker ile öğrencilik yıllarınızda aynı evi paylaşmışsınız. Biraz o günlere dönelim mi?

Atölyemizde kayıtlı kayıtsız bütün öğrenciler arasında gerçek bir dostluk oluşur; arkadaşlık havası içinde bulunur, çalışırdık. Orta, hatta ortanın altında yaşam düzeyinden gelenler çoğunluktaydı. Çoğunluğumuz aileleriyle birlikte İstanbul'da yaşayan gençlerdi. Nedim Günsür, Mustafa Esirkuş, Leyla Gamsız, Saynur Kıyıcı (Güzelson), Nevin Çokay, Mehmet Pesen, Fahrünnisa, Perihan, Hayrullah, Sedat, Cezmi... Onlar İstanbulluydular. Ben, Orhan Peker, Osman Oral ve Fikret Otyam taşradan gelen azınlık arasındaydık. Orhan'la yetenek ve kabul sırasında başlayan arkadaşlığımız yaşam boyu sürdü. Öğrenciliğimizin ikinci yılında Akademi'nin karşısında, "Tekke Yokuşu" Sokağı'nda, ahşap bir evde bir oda kiraladık, bu odayı paylaştık. Birbirimizi seviyor, değer veriyorduk ama çok sık kavga ediyor, kapışıyorduk. Ama yine de birbirimizden uzaklaşamıyorduk. Ertesi yıl Cihangir Özoğul Sokak'taki bir eve taşındık. Küçük, balkonlu, Akademiyi ve Boğazı, Marmara'yı kuşbakışı gören bu odayı paylaşıyorduk, bu kez. Çok geçmeden Orhan aynı evin sokağa bakan bir başka odasına geçti. Böylece ayrı odalarda kalmaya başladık; epeyce büyümüştük, artık bağımsız odalarımıza kız arkadaşlarımızı da getirebilirdik.
Rahat ve huzurlu geçen bir yaşamımız olmadı. İhtiyaçlarımızı sağlamada hep zorlandık. Sonra bir takım sorunlar... Sanatta aşama yapabilme yolunda çekilen sıkıntılar, bunalımlar... Diploma konkuru sonrası, altı ay süren yedek subaylık hizmetini tamamlar tamamlamaz ben Milli Eğitim Bakanlığı'nın önerdiği Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi Resim Öğretmenliği görevine hem sevinçli hem kaygılı olarak gittim. Sevinçliydim; işte bir iş sahibi oluyordum. Kaygılıydım; acaba öğretmenlikte başarılı olabilecek miydim? Sorunlar her yerde vardır. Önemli olan sabırlı olmak, direnmektir. Epeyce başarılı sayılabilecek bir öğretmen oldum. Diyarbakır'da, sonradan birçoğu dostum olan sevgili öğrencilerimle birlikte güzel çalışmalar yaptık. Eşim Türkan ile orada evlendik, üç kızım orada doğdu.

"On'lar" Grubu çok konuşuldu ama faaliyetlerini bir de sizden dinleyebilir miyiz? "On'lar" Grubu'nun Türk Resim Tarihi'ndeki yeri konusunda neler söylebilirsiniz? "Ekspresif lekeci" anlayış resme kazandırılmıştı değil mi?

On'lar Grubu, çağdaş resim tarihimizde, bazı çevreler, kimseler görmezlikten gelmek isteseler de, kayda değer, unutulmaz bir gençlik hareketidir. Doğrusunu söyleyelim: Grubun fikir babası Bedri Rahmi Eyüboğlu'dur. Hoca'nın kümeleşerek, el birliği ederek ortaya çıkmanın yararlarını, bize anlattığını çok iyi anımsıyorum.

Öte yandan, bir estetik, düşünsel program, ortak bir anlayış çevresinde buluşmanın ilgi çekmek bakımından gerekliliği üzerinde de durduğumuzu söyleyebilirim. Biz Batı sanatına dayalı bir öğrenim ve eğitim almaktaydık, ama geleneksel halk sanatını da göz önünde tutuyor, bu alandaki örnekleri tanımaya, anlamaya çalışıyorduk. Bu nedenle On'lar Grubu'nun Akademi'nin yemekhanesinde düzenlediğimiz ilk sergisinde kapının bir yanına iki metre boyunda bir El Greco figürü, bir yanına da yine aynı boyda büyütülmüş bir kilim motifi asmıştık. Her toplumsal, sanatsal kümeleşme gibi, On'lar Grubu da birgün işlevini ve etkinliğini sona erdirdi. Gruptan geriye her biri kendi özgün yolunda yapıt veren ve bugün bazıları hayatta olmayan ressamlar kaldı. On'lar Grubu konusunda bazı yayınlarda yer alan bir yanlışlığa da değinmek istiyorum: Grup, 1946-47 öğrenim yılında mezuniyet aşamasına gelmiş olan on arkadaşımıza saygı ifadesi olarak 10'lar Grubu olarak adlandırılmışsa olsa da aslında ilk sergiden itibaren grubun her sergisine atölyenin bütün öğrencileri ayrım yapılmadan katılmışlardır.

Diyarbakır yıllarınız Figüratif ve Kubist anlayışın ağırlıklı olduğu bir dönem olarak kabul ediliyor. Diyarbakır'ın resim geçmişiniz için önemini nasıl açıklayabiliriz?

Diyarbakır'da geçirdiğim sekiz yılın ilk iki yılını, bu kendine özgü kentin ve yalçın bir doğa kesiminin atmosferinde, kendimi toparlamaya çalışarak, öğretmenliğin sürükleyiciliğine de kapılarak, hemen hemen hiçbir şey üretemeden geçirdim. Kapıldığım bu uyuşukluktan yeni Büyük Millet Meclisi için düzenlenen "Vilayet Resimleri" yarışması için benden Diyarbakır'ı anlatan iki kompozisyon istenince sıyrılabildim. Şimdi Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nde bulunan "Diyarbakırlı Kadın ve Ev İçi" ile meyan kökü şerbeti içen dağ köylülerini gösteren "Bıyam Balı" adlı resimleri gerçekleştirirken bir çok etüd yaptım. Arkası geldi. O günden beri aralıksız çalışıyorum. Diyarbakır'da yaptığım resimlerde bazı etkilenmelerden söz edilebilir, ancak benzerliklerin asıl nedeni 1950'li yıllarda Türkiye'de ressamların post-kübist bir üslup ortaklığında buluşmuş olmalarıdır. Az önce bahsettiğim iki düzenlemeden sonra yaptığım "Köyden Çıkış" adlı resimde devam eden stilize biçimler, düz eğri karşıtlıkları gidererek hafiflemiş; 1960'lara geldiğimizde resimlerimden uzaklaşmış bulunuyordu.

Doğa ve duygularınız çalışmalarınızda başlıca iki etken sayılabilir. İzlenimci olmadığınızı söylüyorsunuz. Temalarınızı nasıl seçiyorsunuz?

Ben yaşadığı çevreye bakan, gördükleri üzerinde aralıksız düşünen bir ressamım ama hazır, kabul edilmiş güzelliklere düşkün biri de değilim. Resimlerimde ancak düşündüklerime yer var. İçten içe işleyen bir oluşum süreci söz konusudur burada. Birşeyler görüyorum, etkileniyorum, sonunda onları resim dünyasına nasıl sokabileceğim üzerine düşünmeye başlıyorum. Bu süreç bazen yıllarca devam edebiliyor. Zaman zaman geriye dönme gereksinimi duyuyorum; 'daha iyisini yapabilirim' diyorum. Kafamda mı, yoksa iç dünyamda mı, ne demeli bilemiyorum bir imge doğuyor. Onu tual, kağıt, boya, kalem gerçeği ile görünürleştirmek istiyorum. 

Herhalde artık görünürleştirebilme diye bir sorununuz kalmadı değil mi?

Tamamen kalmadı denemez ama şimdi çok daha rahatım. Bu rahatlık, ressama kolaya kaçma, kalıplaşma tehlikesiyle bir arada gelebilir. Bilinçli olmak, kendini her an denetlemek gerek. Kişi kendini denetleyebilirse kalıplaşmaya düşmez. En azından ben kendimi öyle sanıyorum. Çok laf ediyoruz ama ben aslında resimlerim üzerine konuşmayı pek sevmiyorum. Resmimin kendini yeterince anlattığı kanısındayım. Ressam yaptığını ortaya koyup çekilmeli... Ancak, bir serginin bütününün sunduğu hava, çoşku ya da dinginlik, hüzün ya da yalnızlık gibi duyumlar... Asıl temalar bunlar; ben burada temalarımın aynı zamanda resimlerimin içeriği de olduğunu vurgulamak istiyorum.

Bu yakaladığınız bir şey mi, yoksa kendiliğinden mi oluşuyor?

Kendiliğinden. Bunu bulduğum zaman "tamam" diyorum. Ben bunu yalnız kendimde değil izleyicinin tepkilerinde de görüyorum. Genelde olumlu tepkiler. Bazen insan bundan kuşkulanabilir. Olumlu tepki nedir? İzleyicinin ister istemez resimlerime bağlanması, onların çekim gücüne girmesi. Peki ben izleyiciyi düşünerek mi resim yapıyorum? Hayır, asla, hiçbir zaman. Bir resim, tamamlanmış ya da tamamlanmak üzere olan bir tual eğer bana bir şey söylemiyorsa onu ortaya çıkarmam. Bir ressam zamanla olgunlaştırdığı bir tekniğe, malzeme beğenisine ulaşabilmelidir. Müzelerde ustalara alıcı gözüyle bakmanın bir yararı da kendini bu yönde de tartmaktır.

Bir gün gelir, kendi resmini, düşündüğün, tasarladığın resmi gerçekleştirmeyi öğrenmiş, püf noktalarını yakalamış olduğunu farkedersin. Ama hiçbir zaman kendini alışkanlıklarına bırakmamak, doğaya, yaşama baktığın kadar, yapılanları da izlemek gerekir. Tabii, buna genç yaşlarda daha çok gereksinim duyulabilir. Genç yaşta insan (sanatçı) çalışırken, sık sık bunalıma düşer. O zaman bir ustanın sorunlardan nasıl sıyrılmış olduğunu görmek ister ve onu anlamaya çalışır. Şimdi sadece özlem gidermek, ustalara bir merhaba demek için kitaplara bakıyor, müzeleri geziyorum. Güncel olanlarla, galerilerdeki işlerle de ilgileniyorum. Bazen görür görmez sırtımı dönüp gitmek isteği uyanıyor içimde; bakıyorum, ama bazen de 'bunu şimdiye kadar nasıl farketmemişim' dediğim oluyor.

Peki günümüzde neler yapılıyor? Onları yargılamak istiyor musunuz?

1960'tan bu yana neler oldu, ne çok şey değişti... 1961 Paris Genç Sanatçılar Bienali'nden sonra ortaya çıkan bir kuşağın macerasını daha sonra Türkiye'den de izlemeye çalıştım. Bunlara "Yeni Gerçekçiler" deniyordu. Yeni Gerçekçiler (Christo, Arman, Cesar, Klein, Rotella, Pulodino vb.) yine de bir yüzey, bir düzlem üzerinde oluşan, resimsel düzen ve kavram çerçevesinde işler yapıyorlardı. Hatta hurda otomobilleri pres altında külçeleştiren Cesar'ın yaptığı da son çözümlemede heykelden başka bir şey değildi. 1970'li yıllarda geleneksel kavramları aşan, yeni işler ortaya çıkmaya başladı. "Kavramsal Sanat", "Çevre", "Yerleştirme" (Installation), "Yoksul Sanat" (Art-Povera), Video... Şimdi hepsi birbirine karıştı. Kavramsal nedir, enstalasyon nasıl bir şeydir, herkes bir şey söylüyor, resim ya da heykel olmayan her işe Kavramsal etiketi yapıştırılıveriyor. Son günlerde Enstalasyon'un (Yerleştirme) heykel olduğu öne sürülmeye başladı. Uygulandıklarında var olan, gösterimin sonunda yok olan, son bulan, zamansal diye nitelenebilecek işler, eylemler, proje, tasarım olarak dosyalanıp kaldırılacak buluşlar. Öyleyse geleneksel estetik dışında yeni bir kavramlar dizgesi oluşmakta. Bu dizge ile eskiyi, eski ile yeniyi yargılamak çok yanıltıcı olabilir. Ben geleneksel resim anlayışından ayrılmayan, tek ve kalıcı yapıt kavramına bağlı kalan bir ressam olarak, bu yeni kaygılara dışarıdan bakmakta ve izlemekteyim. Bu tür arayışlara değer veriyor, saygı duyuyorum ama bunların kalıcı olmaları konusu da beni düşündürüyor. Sonra, insana ulaşmak bakımından da bienaller gibi büyük tanıtım ve duyurma işine de çok önem verilen organizasyonlar dışında kalan küçük çaplı etkinliklerin sanki cemaat çerçevesinde kalan sekter ve gizemli bir sınırlılıkta cereyan etmekte olduğu gözlemleniyor. Uluslararası sergilere katılma çabalarında da böylesine bir tutum izlenmekte olduğu söylenebilir. Sınırlı bir kadro ve hep aynı kişiler. Bu Türkiye sanat ortamına pek bir şey katmıyor. Çok daha açık, kucaklayıcı olması gereken çıkışlar kapalı kapılar ardında kalıyor. Buna benzer düşüncelerledir ki Devlet Resim Ve Heykel Sergisi'nin geleneksel dal ayrımını bırakarak, ad değiştirmesini, resim, heykel, seramik vb. dallara değil, "yapı" ya da "iş"e ödül yöneltmesini önerip duruyorum, ama dinleyen yok.

Yeni denemeler, öneriler için kalıcı olmadıklarını söylediniz. Bunlar "söylem" olarak da kalıcı olamazlar mı sizce? Picasso söylemin de yapıtın kalıcılığı kadar önemli olduğunu belirtiyor.

Yeni denemelerin, örneğin yerleştirme tipinde işlerin proje olarak dosyalanabileceğini, fotoğraf, video olarak saklanabileceğini söyleyebilirim. Söylem konusuna gelince, acaba bugünden yarına söylem olarak kaç iş kalacak, kaç iş söylem yaratabilecek? Eğer bir yapıt zaman zaman gözükmüyorsa nasıl söylem yaratabilir? Geleceğe neyin kalacağını kim bilebilir? Önce yapıtlar olmalı. Söylem arkadan gelir. Toplumun belleğinde iz bırakmak, efsaneleştirmektir söylemin sonu.

Siz kendi sanatınız bakımından söylem, toplumda iz bırakma konusunda ne düşünüyorsunuz?

Belirli temaları ısrarla işleyen, bu yolda başarılı sayıla gelmiş her sanatçı gibi ben de resim dünyasında bir ölçüde iz bırakmış bir ressam sayılmak isterdim.

Resimlerinize top yekün baktığımızda belli temalarınız olduğunu görüyoruz: Yüce dağlar, tekneler, köprüler, gecekondular, enginar çiçekleri, karlı yollar gibi. Somut, nesnel öğelerden yola çıkılmış olmalarına karşın etkileri soyut, hatta metafizik boyutlarda. Siz böyle bir etki arıyor musunuz? Eğer öyleyse bunun kaynağı nedir?

Metafizik sözcüğünü daha çok "soyutluk" gibi almak isterim. Nesnel, görüngü dünyasına ait görünümde sıradışı, içe dokunan bir anlam yükü... Kim ne derse desin, bazı resim dizilerimin şimdiden söylenceleştiği öne sürülebilir. "Kar Çitleri", "Lüxembourg Parkı", "Oran Yolu", "Mavi Tekne Kaburgası", "Ağrı Dağı", "Altındağ", "Enginar Çiçeği" gibi resimlerim benim ikonlarımdır.