Antikalar E-posta Listesi

Türk Sanat Piyasasından haberdar olmak için, en güncel müzayedeleri takip etmek için lütfen eposta listemize üye olun.

         

123 Street Avenue, City Town, 99999

(123) 555-6789

email@address.com

 

You can set your address, phone number, email and site description in the settings tab.
Link to read me page with more information.

Mehmet Güleryüz’ün Kesintisiz Sanat Yolculuğu Paris’te Yankılanıyor

  

Mehmet Güleryüz’ün Kesİntİsİz Sanat Yolculuğu Paris’te Yankılanıyor

 

İlk kişisel sergisini açtığı 1963 yılından bu yana sanat üretimini kesintisiz sürdüren, uluslararası sanat platformlarında da söz sahibi olan Mehmet Güleryüz ile Paris’te 44 yıl aradan sonra açtığı son sergisi De l'Intérieur (İçeriden) vesilesiyle görüştük. Geçtiğimiz ay 80 yaşına giren usta sanatçı, yılların getirdiği deneyimle birçok konuya değindi. Güleryüz’ün enerjisi ve bilgeliği ile dolu bu keyifli söyleşiyi sizlerle buluşturuyoruz. 

 

Türkiye’nin en önemli ressamları arasında kabul edilen Mehmet Güleryüz, Saint Joseph ve Saint Benoit yıllarından sonra eğitimini İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde sürdürdü. O yıllardan beri de kesintisiz olarak resim yapıyor. Mezun olduğu okulun öğretim kadrosunda bir süre görev yaptıktan sonra devlet bursuyla Paris’e gitti ve litografi dalında eğitim gördü. 1980 yılından sonra sırasıyla New York ve Brüksel’de yaşayarak resim ve heykel çalışmalarına devam etti. İstanbul’a döndüğü 1985 yılından 2000 yılına kadar olan süreçte, BİLSAK’da kendi adını taşıyan atölyede sanat eğitimi verdi. 2003 - 2005 arasında Yıldız Teknik Üniversitesi Birleşik Sanatlar Programı’nda; 1999 yılından 2007’ye kadar Bilgi Üniversitesi Tasarım Kültürü ve Yönetimi Sertifika Programı’nda, 2000-2011 arasında da Mehmet Güleryüz Atölyesi’nde eğitim verdi. 1965 yılından günümüze kadar yaptığı eserleri aralarında Paris Salon des Réalités Nouvelles, Hong Kong Art Fair, Basel Scope, Marrakesh Art Fair, Viennafair gibi önemli organizasyonların da bulunduğu çok sayıda uluslararası fuar ve galeride sergilendi. 2016’da Hollanda Lahey’de bulunan Pulchri Studio galerisinde Anne Woodward’un küratörlüğünü yaptığı Cages of Freedom sergisinde desenleriyle yer aldı ve 2017’de The Empire Project’te Rağmen isimli desen sergisini gerçekleştirdi. Aynı yıl Mumbai'de Cihangir Art Center'da  desenlerini sergiledi. Mehmet Güleryüz'ün Paris'te gerçekleştirdiği son yapıtlarından oluşan De l'Intérieur sergisi ise, Kasım - Aralık 2018’de Paris’teki Galeri Cyril Guernieri'de yer aldı.

 

“Bir tablonun başında aralıksız 14-15 saat geçirebilirim. Önceden eskiz yapmadan, tuvalden ne çıkacağını bilmeden başlarım ve asla geri dönmem,” diyen ve fırçayı “fazla kırılgan ve yumuşak” bulduğu için palet bıçağını tercih eden Mehmet Güleryüz’ün Paris’te gerçekleştirdiği sergisinin güzel bir hikâyesi var: İlk tanıştıklarında Cyril Guernieri, aslında Mehmet Güleryüz’ün kim olduğunu bilmez. Ama iki sanatsever arasında başlayan sohbet aralarındaki birçok yakınlığı ortaya çıkarır. Güleryüz galericiye kartvizitini bırakıp gittiğinde, Guernieri internette onun eserlerini araştırmaya başlar ve ilk bakışta vurulur ve Güleryüz’ü arayarak Paris’teki atölyesini ziyaret etmek için iznini alır. Bu süreçten sonra genç galericiyle usta sanatçı arasında bir sergi projesi doğar. 

Bu proje sonunda hayat bulan sergide, Paris’in büyüleyici etkisinden ilham alan Güleryüz, bazı resimlerinde mekânı daha önce alışık olmadığımız şekilde izlenimci bir tavırla ele alıyor ve yarattığı mekânlarda aşina olduğumuz hızlı spatül darbelerine hızlı renk geçişlerini de ekliyor. Mekân-Derinlik ilişkisini sorgulayan usta sanatçı; 'İnsanların gerçek davranışlarının kaynağını göstermek  istedim: Sosyal ilişkilerdeki ikiyüzlülüğü, insanların bedenlerini taşıma tarzlarını, cinsellikle ilişkilerini… Kendimi adeta yoğun bakım servisindeki bir hekim yerine koydum; Psikolojik ve fiziksel evrimlerinin izini sürdüm, radyografisini çektim. Tarihte önemli bir rol oynamış olan, göz ardı edilemeyecek bir ülkenin evrimini, Avrupa’nın ve dünyanın evrimini yankılayan evrimini içeriden izledim,” sözleriyle anlatıyor 30 yıl sonra gerçekleştirdiği Paris sergisini. 

 

 

 

 

“Güleryüz izleyiciyi tedirgin ediyor, ayartıyor ve büyülüyor.”

 

Uluslararası sanat camiası tarafından da büyük beğeniyle karşılanan De l'Intérieur (İçeriden) sergisi, Fransız basınında büyük yankı uyandırdı. Ülkenin önde gelen kültür sanat gazetesi Figaro Scope, sanatçının eserleri için şu ifadeleri kullanıyor: “Adeta elektriksel bir coşkuyla titreşen figüratif tuvallerinin her biri, hayal ettiği varlıklardan görünüşlerin ötesindeki hakikati söküp almak için elinde bıçakla giriştiği birer meydan savaşı. Sahneye koyduğu figürlerin hepsi –iki dev rugby oyuncusu, karısına kitap okuyan bir adam, pencereden bakarken gördükleri drone’a şaşakalan bir çift– hayvansal bir enerjinin izini taşıyor.” Güleryüz’ün yarım asıra yakın aktif olarak sanat dünyasına değer kattığından da bahseden Figaro Scope, şöyle devam ediyor: “Osmanlı kültürünün yanı sıra Batılı klasik sanatçılarla ve özellikle Alman ekspresyonistleriyle beslenmiş, ayrıca tiyatrodan etkilenmiş olan Mehmet Güleryüz izleyiciyi tedirgin ediyor, ayartıyor, büyülüyor. Onun kişilerinden duyacağımız çok önemli şeyler var.”

 

Connaissance des Arts dergisi ise sanatçının İstanbul Modern’de gerçekleşen ve 300 yüz binden fazla kişi tarafından ziyaret edilen Restrospektif sergisinin başarısından bahsettikten sonra şu ifadelere yer veriyor: “Yapıtlarına 20.000 ila 100.000 eurodan değer biçilen bu kartal gözlü bıçakla boyama ustası, insan figürünü kâh ayartma gibi yaşamın içinden sahnelerde, kâh toplumun sorgulandığı sahnelerde resmederken, dışavurumcu bir duyarlılık evrenini açığa çıkarıyor.” 

 

Telerama gazetesi de Güleryüz’ün ulusal kariyerini ön plana çıkararak sanatçının başarısını ele alıyor. Bunu; “Şu kadarını söyleyebiliriz ki Mehmet Güleryüz’ün sanatı bir ifşaat. Ve bir paradoks” sözleriyle ifade eden Telerama şöyle devam ediyor: “2015’te kendi şehrinin modern sanat müzesinde yapılan retrospektifi (resimler, heykeller ve çizimler) 300 binden fazla izleyiciyle büyük bir başarı elde etti. Seine Nehri ile İstanbul Boğazı arasındaki bu diyalog ustası, resimlerinin sergilendiği Cyril Guernieri galerisinde aynı diyaloğu yeniden kuruyor. Mehmet Güleryüz Paris’te bir yuva bulmuş gibi...”

 

Paris’teki son kişisel sergisini 1974 yılında gerçekleştiren Güleryüz, De l'Intérieur (İçeriden) için “44 yıl sonra bir unvan maçı” değerlendirmesini yapıyor. Aldığı geri dönüşlerden de memnun olan Mehmet Güleryüz, kariyerinde geride bıraktığı 60 yılı, Türkiye’deki sanat ve sosyo-politik ortamıyla ilgili görüşlerini ve yeni sergisiyle ilgili sorularımızı içtenlikle yanıtlıyor. 

 

Son beş yıldır, ağırlıklı olarak Paris’te yaşıyorsunuz. Galeri Cyril Guernieri’de gerçekleşen serginiz De L’Intérieur (İçeriden), kelimenin tam anlamıyla “yedi iklim dört bucak”ta yankılandı. Türkçesiyle “İçeriden” ismi taşıyan bu sergiyle ilgili içerideki kim, içerisi neresi sorusuna yanıtınız ne olur? 

Genel anlamda De L’Intérieur “içerisi” anlamı taşıyor, ancak benim ifade etmek istediğim daha ziyade içeriden bir haber anlamında. Aslında dışarıdan içeriye bir bakıştan çok içeriden dışarıya bir bakış, bir hal, bir iç muhasebeyi de içeriyor. 

Bir resim öncelikle bir konu olarak ortaya çıktığında, daha ziyade konunun kavranmasına yönelik bir gayret sarf ediyorum. Konunun kavranmasında ise son derece ters kurgular söz konusu olabilir. Resimde mekân olarak içerisi yani enteriyör dendiği zaman mekân içinde bir oluşum, bir iç alan meselesi anlaşılır. Sergide, bunu da içermekle beraber, bu durumu da sorgulayan, konunun klasik tabiriyle sadece bir iç mekân meselesi mi olduğunu ve bunu öne sürerken tersine bir başka kurguyu irdelemeye yönelik bir yaklaşımı ele aldım. Burada sadece mekânın kendi yapısından ortaya çıkan ışık, gölge, yapı farklılığı, mekânın tanımlanmış sınırlarının etkisi, bir imaj kurgusundan çok yaşamı ve o tanımlanmış alanı, aslen yaşama halinin dışa yönelik görüntüsünü ortaya koymaya çalıştım. Burada dışa ekspoze edilen bir durum var. İçeriden dışarı bir bakıştan da söz etmek mümkün: İçeride yaşanan ve yaşayan alandan dışarıya bir bakış… Söz konusu bu karşıtlık psişik olarak iç alan kavramını da kapsıyor. Bu bir anlamda insanın kendi içinden dış dünyayı algılamasının gözler önüne serilmesidir. 

 

Geçmişten bugüne eserlerinizde hayvanlar sıklıkla yer buluyor. Siz onları nasıl görüyorsunuz? Sadece birer hayvan olarak mı birer karakter olarak mı? Zira eserlerinizde yer alan hayvanlar adeta resmedilmiş gibi değil, o mekânla bütünleşmiş; o eserin tam merkezindeymiş, tüm çalışma onun üzerine kurgulanmış gibi…

 

Yapıtlarımda hayvanların yer alması sadece bu seriye özel bir durum değil. Benim erken işlerimden itibaren daima yapıtlarımda hayvan varlığı, insan varlığı ile başa baş değerlendirilir. Özellikle insanların birçok hallerini hayvanlarda resmetmeye gayret etmişimdir. Hayvan benim için insanın bir anlamda diğer yarısı olarak ele aldığım konulardır: Hayvan-İnsan, İnsan-Hayvan ile İnsan ve Hayvan birlikteliğinden doğan iki hallilik…

Çoğu zaman insanda eksik kalan detayları hayvan ile birlikte belirlemek, açıklamak, açmak konusunu bir ihtiyaç olarak ele aldım. Hayvanı insanla aynı alanda ve aynı değerde göstererek, onunla bir anlamda bütünü paylaşma konusunda da ısrarcı oldum. 

Bu benim için bir sevgi, bir beraberlik bağı. Bazen birbirini tamamlama hali… Ayrıca insandaki hayvani olana da bir gönderme, insandaki gizli bütün hallerin açığa çıkışı da söz konusu. Bunu daima bir yaşam ifadesi, yaşamı oluşturan birlikteliği anlatma meselesi olarak yorumladım. Zira yaşamı anlatmaya çalıştığımda tek başına insan yetmiyor. İnsanı hayvanla birlikte anlattığınızda, hakikaten insanın gizli yanları ortaya çıkıyor. Bu nedenle daima hayvanlarla iç içe bir hayatı tercih ettim. 

Bir de elbette ressam gözüyle doğa, botanik ve hayvanlar âleminin biçimleriyle ilgili olma durumu var. Hayvanlar benim için doğal halleri, anatomileri ve kendilerine özgü güçlü yönleriyle bir form kaynağı, biçimler zenginliği oldu. 

Bu kadar kesinlikle bunu devam ettirebilmek beni de çoğu zaman hayrete düşürmüştür. Bu ancak gerçekten ihtiyacını duymanız halinde mümkün olur. Bu bakımdan her şeyin merkezine hayvanı oturtabiliyorum. Bu şekilde insanın hallerini çok daha farklı anlatabiliyorum. 

 

Uzun ve dolu dolu geçen sanat yaşamınızı düşündüğünüzde, sizin için “ayrıcalıklı” bir eseriniz, serginiz ya da özel bir çalışmanız oldu mu?

 

Şüphesiz ki ilk aklıma gelenler farklı yıllarda gerçekleşen üç retrospektif sergim. Bu üç sergi de önemliydi benim için. Ama 2015’te İstanbul Modern’de gerçekleşen retrospektif için en önemlisi diyebilirim. Çünkü bu tip sergilerde bir anlamda bütün hesapları, defterleri açıp herkesin önüne çıkıyorsunuz. Burada aslında izleyiciden çok sizin kendi kendinize yapacağınız değerlendirme belirleyici oluyor. Örneğin bu sergi birçok unuttuğum yapıtımla karşılaşmama neden oldu. Ve onların her birinin tekrar, o gün itibarıyla varmış olduğunuz noktadaki ressamlığınızla, kendi kendinize yaptığınız bir sınava tabi tutulması ürkütücü bir durum. Ben yıllar sonra kendi eserlerimle karşılaşmaktan hep çekinirim. Çünkü yıllar önceki “ben”in yaptığı bir eseri şimdiki “ben” nasıl değerlendirecek, bu büyük bir muammadır. Eleştirecek miyim, beğenecek miyim? Bu bir iç hesaplaşma meseledir: Neleri atladım? Acaba fırsatım olsa neleri değiştiririm?

İmza attığım yapıtlar çok sıkı bir sınavdan geçer. Her birinin bir nedeni de vardır. Dolayısıyla yapıtlarım arasında bir “en” belirtmem zor. Ama Türk resmi için önemli olan bir eser olması nedeniyle 1965’te yaptığım Merkezi Bankası Koleksiyonu’nda bulunan “Sen de Vur” isimli resmi özellikle önemsediğimi söyleyebilirim. 

 

18 Aralık 2018’de 80 yaşına girdiniz. Bir sanatçı olarak nasıl yaşadınız bu 80 yılı? 

 

Ne olursa olsun, 80 yıl bir insan için küçümsenemeyecek bir süre. Evvela kendiniz de şaşırıyorsunuz. Bu kadar bir zamanı geride bırakmış olmaktan gerçekten şaşırdığımı söylemeliyim. İlginçtir ki 80 yaşına yaklaştıkça, sanki 80 yaşına ulaşınca aslında bir anlamda 18 yaşına girecekmişim gibi hissettim. Sanki başka türlü bir özgürlüğe kavuşacakmışım gibi geldi. Bu kadar bir coşku ve istekle 80 yaşını karşılamayı bir tür idraksizlik olarak tarif edebilirim sanırım. Ben aslen kendimi çok büyük bir idraksiz olarak görürüm. “Kendi hakkındaki tespitin nedir?” diye sorsalar; “Bazı şeyleri idrak etmedim” diyebilirim. Belki yaşımı da halen idrak etmedim. Zira 20 yaşındaki coşkumdan bir eksiğim yok. 

Bunca yılın çok kolay geçtiği söylenemez, ama yine de çok şanslı bir hayatım oldu diyebilirim. Çünkü çok sevdiğim bir işi yaptım ve bu süre boyunca “Ben neyim?” endişem olmadı. Ben kendimi bildiğimden beri kendimi hep ressam olarak gördüm. Bunu da hiç sorgulamadım. Bu nedenle çoğu zaman başkaları tarafından “aptal” bulunan kararlar almışımdır, bir takım pozisyonları ret etmişimdir, akademi hocalığından istifa etmişimdir… Hayatım boyunca sadece resim yapmak için “işsiz” oldum. Hep bu “işsizliği” tercih ettim. En başından şu ana ve bundan sorasında da tek derdim; “Ne kadar daha resim yaparım?” sorusu. 

 

Peki, 30’larınızda, 40’larınızdayken hayal ettiğiniz 80’lerinize benziyor mu bu yaş? Bizim için bir umut var mı?

 

Ben 80 yaşıma kadar yaşayacağımı hiç düşünmedim. İlk tahminim 37’de biter bu iş diyordum. Ve yeter de diyordum. Sonra baktım 42 olmuşum, baktım 40’ı da geçtik. Sonra baktım 50 geliyor, sonra 75 oldu. Ama 90 yaş hesaplarımda hiç yok. Bence aslında 80’e varınca fazla da bir şey beklememeli. Bütün konu, nasıl bitecek meselesine takılıyorsunuz. Bir bütünü oluşturabilecek miyim endişesi var. Madem 80’e geldik, bitirirken de doğru bir yönde ve tutarlı olmak asıl mesele.

 

“Ben meselesi olan, biraz da mesele arayan biriyim.”

 

Sanatçının başlıca rollerinden birinin toplumun menfaati adına gerçekleri söylemek olduğunu düşünen Güleryüz, muhalif duruşunu ve toplumcu yaklaşımını özellikle vurguluyor. 

 

Gezi’ye katılmış bir sanatçı olarak sizce Gezi, neydi? Sokağın kendiliğinden ortaya çıkmış tepkisi miydi? Ve siz bir sanatçı olarak neden oradaydınız? 

 

Gezi, esasen demokratik hakların kullanımından doğan bir süreçti. Süreç diyorum, çünkü belirli bir birikimin sonucunda ortaya çıkan bir tepkiydi. Aslında Gezi, son derece anlık gelişen bir protestodan ileri gidemeyecekken, gösterilen yaklaşım nedeniyle toplumun farklı kesimlerinin katıldığı bir eylem haline dönüştü. 

Kendimi eylemin ilk günü sadece bir İstanbullu ve o mahallede yaşayan biri olarak davranırken buldum. Çünkü benim ecdadımın doğduğu bu şehirle ilgili önemli bir geçmişim, hafızam ve hatıralarım var. Gezi’nin ilk inşa edildiği yıllar benim 4-5 yaşında olduğum zamanlara denk geliyor. Ben çocukluğumda o parkta oynadım. Hafta sonları yine o parkta halka açık konserlere gittim. İlk çikolatalı pastamı orada yedim. Gezi, şehrin tam ortasında bir büyük gezinti ve nefes alma alanıydı. Bu bakımdan Gezi Parkı’nın benim açımdan bir yaşanmışlığı var. Ben bir anlamda çocukluğumun hatırasını korumak istedim. 75 yaşında, sanatçı bünyesi gereği baskıya, adaletsizliğe, kaba güce başkaldıran, bunu da yapıtlarında dile getiren bir sanatçı olarak kendimi mecbur hissettim. 

 

Sizin politik anlamda her zaman muhalif bir duruşunuz oldu. Sizce sanatın, sanatçının sergilediği duruş ne olmalı?

 

Ben hayatım boyunca ezeli bir muhalif oldum. Hiçbir dönemin yandaşı olmadım. Bu politik arka planının yanı sıra ülkeme, yaşadığım şehre dair taleplerimin olması da son derece doğal. Bu talepleri, ülkeyi ve şehri yönetenlere aktarmayı da son derece olağan bir durum olarak değerlendiriyorum. Ben bu fikirlerimi ifade etmekten hiçbir zaman çekinmedim, bundan sonra da çekinmem. Bir sanatçı, bir düşünce insanı olarak toplumun menfaati adına gerekenleri söylemeyi de öncelikli bir görev olarak kabul ediyorum. 

Sanatçının duruşu ne olmalı konusu ise, sanatçının kendi bileceği bir şey. Her sanatçı istediği yerde ve istediği şekilde durabilir. Sanatçı duruşunun tayini, sanatçının kendi anlayışına bağlıdır. Kimi sanatçı ben sadece güzellikleri görüp hiçbir şeye karşımam diyebilir. O da, onun meselesidir, ancak o sanatçı bu yaklaşımı üzerinden değerlendirilir. Kendi adıma konuşacak olursam, ben meselesi olan, biraz da mesele arayan ve bunu dile getiren biriyim. 

 

Geçmiş yıllarda yapmış olduğunuz bir açıklamada; “Konu sanat olunca zaten herkes fikrini rahatça yansıtabiliyor. Bunun sebebi sanata baskının az olması. Özellikle görsel sanatlarda baskı çok az. Ne söylemek istendiğini anlamadıkları için baskı kurmuyorlar!” beyanınız Türkiye gerçekleriyle örtüşüyor mu?

 

Demek ki bu beyanım, görece demokratik yaşadığımız bir sürede söylenmiş. Türkiye’de sanat daima baskı altına alınmıştır. Bunun bedelini yıllarca hapiste yatan onlarca sanatçımız ödemiştir. Hala da ödemeye devam eden düşünce insanlarımız var. Türkiye’de baskı yoktur demek mümkün değildir. En temelde hiçbir fikrin cezalandırılmaması gerektiğine inanıyorum. Sanattaki her şeyin bir fikir açıklaması, fikir beyanı olduğu gerçeğini anlamak ve kabul etmek gerekir. 

Devlet adına hüküm sürme yükünü üstlenenler sanatı ve sanatçıyı baskı altına almaktan uzak durma disiplinine uymalıdır. Bunun aksi suç unsurlarının kendilerince imali ile en olmayacak şekilde, her şey bir suç unsuru haline gelebilir. Örneğin, bir gün sarı rengi mahkûm edebilirler. Sarı kullandığınız için sizi cezalandırabilirler. Yahut başka bir gün siyah aynı akıbeti yaşayabilir. Siyah renk kullananlar dünyayı ne kadar kötü ve karanlık göstermek istiyor diyebilirler. Toplumun her türlü düşüncesini örtecek karanlıkları kurmaya gayret ediyorlar denebilecek kadar ileri gidilmesi şaşırtıcı olmaz. Yarın bir gün sarı yelekliler ile benim yapıtlarımda kullandığım sarı renk arasında paralellik yaratabilirler. Zaten bu adam başından beri sarı renk kullanıyordu, bak ortaya çıktı kimleri desteklediği denebilir.  

 

Bu sözleriniz bağlamında Türkiye’de nasıl bir resim eğitimi veriliyor sizce? Bu eğitimi nasıl eleştirirdiniz? 

 

Eğitimin hangi yönü doğru ki, sanat eğitimi doğru olsun. Sanat eğitimi bir kere ne noktada, nerede başlıyor, nerede geliştiriliyor ve biz bu eğitimden ne amaçlıyoruz. Veya eğitilmiş insanı istiyor muyuz? Bu soruların yanıtı için verilmesi gereken bazı kararlar var. Devlet sanat eğitimine yaklaşımını netleştirmeli. Türkiye’de bu konuya nasıl yaklaşılıyor? Sanat eğitimi verecek kişiler mi yetiştiriliyor, sanatçı mı, sanattan anlayan insanlar mı yetiştirmek amaçlanıyor? Ve yahut sanatın yayılmasını ve kullanımını ve yaygınlaşmasını ve hayata geçmesini sağlayacak ara elemanların artması hedefleniyor. Ya da tüm toplumu sanat aracılığıyla mı eğitme gayesi var? Burada evvela niyet olması gerekiyor. Devletin aslen sanatla ilgili bir politikasının olmadığını biliyoruz. Ama ben bu konuda saklı bir politikası olduğuna inanıyorum. 

Sanatın asla kitlelere ulaşmamasını sağlamak ve sanatı dar bir noktada tutma gayretine yönelik bir bakış açısıyla davranılıyor. Eğer gerçekten sanatın gerekliliğine inanan bir devlet politikası olsa, içi boşaltılmış kurumlar ya da üniversiteler yerine, evrensel boyutta bir sanat anlayışına ve eğitimine yönelmek gerekirdi. Bunun önemsenmediği ve özellikle istenmediği kanısındayım. Devlet mantığı peşinen zanlı bir sanatçı kimliğinin, yolun başında, daha eğitim aşamasında önünü kesmek istiyor. Türkiye’de bugün en üst seviyedeki bakış, sanatın bir bezeme, süsleme işi olduğu yönündedir. İfadeye yönelik sanat kimliğinin katiyetle uzak tutulması gerektiğine dair bir hüküm olduğuna inanıyorum. Ben sorgulayan, kendini geliştiren ve evrensel sanat kriterleriyle ölçülebilir bir sanat eğitimi olması gerektiğini düşünüyorum. Ezberlenmiş tekrarlarla sanat eğitimi olmaz. Sanatçı düşünce insanıdır. Sanatçının düşüncesine saygı en temel seviyede hayata geçirilmelidir. 

De L’Intérieur (İçeriden) sergisinde yer alan eserler izleyicide farklı duygular uyandırıyor. Kiminde, iki kişi yalnızlığa yan yana direnir gibi. Kimi liderliğin, zafer duygusunun sıradan olana aidiyetini vurguluyor. Güleryüz’ün eserleri tek kişilik kalabalıkların çok kişilik yalnızlıklarını ortaya koyuyor. Ve ölüp gitmek bile sanki sıradan. Ve bütün bunlar, insanı ifşa ediyor.