Antikalar E-posta Listesi

Türk Sanat Piyasasından haberdar olmak için, en güncel müzayedeleri takip etmek için lütfen eposta listemize üye olun.

         

123 Street Avenue, City Town, 99999

(123) 555-6789

email@address.com

 

You can set your address, phone number, email and site description in the settings tab.
Link to read me page with more information.

Hıfzı Topuz

Buket Aşçı

Tarihi belgesel romanları ile tanınan Hıfzı Topuz, geçtiğimiz aylarda "Eski Dostlar" kitabı ile gündeme gelmişti. Kitapta yer alan, Melih Cevdet Anday ve Çetin Altan'ın Mine Kırıkkanat için yapmış oldukları kavga basında uzun süre konuşulmuştu. Ancak bu arada, kitaptaki diğer anılar ve olaylar gölgede kaldı. Oysa 1923 doğumlu olan ve uzun yıllar gazetecilik yapan, Unesco'da görev alan Hıfzı Topuz'un anıları birçok ünlü kişiyi ve olayı barındırıyor. Her bir anısı sanat tarihimizin en önemli simaları ile dolu. Bu anılar, şimdi onun duvarlarında ve albümlerinde yaşıyor.

Evinin duvarları Fikret Mualla'nın, Bedri Rahmi'nin, Abidin Dino'nun, Avni Arbaş'ın resimleriyle dolu. Uzun yıllar Afrka'da görev yapan Topuz'un bir diğer koleksiyonu da Afrika maskeleri ve heykelleri. Sayıları 400'ü geçen birbirinden değerli Afrika eserlerinin her biri adeta konuşuyor. Şu sıralar, "Fikriye"nin romanını yayımlanan Topuz, çok heyecanlı çünkü bilinmeyen iki gerçeği yakalamış durumda. Kitap, yayınladığından beri büyük tartışmalar yarattı. Kendisiyle cilt cilt albümlerinin sayfalarını çevirerek, anılarını konuştuk, sonra fark ettik ki, konuştuğumuz biraz da Türkiye'nin tarihiymiş. 

1923'te İstanbul'da doğan Hıfzı Topuz'un, babası Ahmet Rami bey, annesi Melahat hanımdı. Büyükannesi ise romanını yazdığı Meyyale'nin kızı Rebia Ethem'di. Hıfzı Bey, Önce Papazlar'da yani Sen Luis'de okumuş. "Ama hep Galatasaray'da okumak istiyordum" diyor; "ailem de öyle ve sonra Galatasaray'a geçtim. Orada uzun yıllar sürecek birçok arkadaşlıklarım oldu."

Bu arkadaşlıklarının birçoğu 1952'de bursla gittiği Paris'li yıllarına dek uzanmış: "Aynı zamanda Akşam gazetesinin muhabirliğini de yapıyordum. Gider gitmez Türkiye'den kaçmak zorunda kalan ünlü sanatçıları buldum, zaten birçoğu arkadaşımdı. Abidin, (Dino), Avni (Arbaş), Nejat, (Devrim), Fikret (Mualla)... Her biriyle sık sık görüşürdüm. Abidin Dino, Mübin Beken, Pertev Boratav aynı pansiyonda kalıyordu. Abidin o sıralar herkesin korktuğu, çekindiği biriydi çünkü herkes onu telikeli komünist sanıyordu. Oysa hiçbir siyasi faaliyet içinde değildi.

Buna rağmen Türkiye'den gelen herkes onunla tanışmak da istiyordu ancak bir şartla; bundan kimsenin haberi olmayacaktı. Bir gün Hasan Ali (Yücel) geldi. 'Türkiye'den sanatçılar buradaymış, beni onlarla tanıştırsana' dedi. Ben de tanıştırdım. Abidin de vardı, çok güzel vakit geçirdik. Ama bu görüşme ne çekildi, ne de yazıldı. Bir gizli görüşme olarak kaldı. Aslına bakılırsa Paris'e gelen hemen hemen tüm bakanlar Abidin'le görüşmüştü. Onu görenler, 'Bu ne biçim komünist, çok şeker adam' derlerdi. Herhalde komünist deyince eli kanlı bir adam bekliyorlardı! Böyle böyle Avni pasaportunu alabildi, Abidin ülkeye dönebildi. Onları bir nevi meşrulaştırmış oldum." 

Ancak, Nazım Hikmet geldiğinde işler biraz tersine dönüyor, bu kez de Abidin Dino, onunla görüşmelerinin bilinmesini istemiyormuş: "Nazım'ın gelişlerini hep saklı tutardık. Ama sık sık da görüşürdük. Nazım, kadınlara, kızlara çok sempatiyle bakan biriydi. İltifat eder, kendisinin beğenilmesinden de pek hoşlanırdı. Bir Fransız kız tanımıştım; sol eğilimli biriydi. Nazım'ı okumuş ve çok sevmiş, ona bir şiir yazmıştı. Nazım bir gün Vera'yla geldiğinde, 'Bak, bir kız sana şiir yazmış dedim.' Bana 'Şimdi veriyorsun bunu, yalnız geldiğimde versene!' dedi, heyecanlanarak. Bir gün Türk yemekleri yemek istedi. Ben de onu bir Rus lokantasında götürdüm, çünkü sadece orada Türk yemekleri yapıyorlardı; 'Beni getire getire bir Rus lokantasına mı getirdin' demişti. Orada sürekli Rusça konuşmuştu. Çevredekilerde onu, kimliğini saklayan eski bir Rus asilzadesi sanmıştı. Hatta orkestra sürekli onun önünde çalmıştı."

Bu anılarını ve daha birçoğunu "Parisli Yıllar" kitabında toplayan Hıfzı Topuz için, Fikret Mualla'nın anıları ayrı bir hüzün ve özlem barındırıyor. Topuz, onunla tanışmasını ve ilk Fikret Mualla tablosuna sahip oluşunu şöyle anlatıyor: "Paris'te sefil bir odada yaşıyordu. Röportaj yapmak için gitmiştim. 'Size bir şey ikram edeyim ama evde bir şey yok. En iyisi bir resim alın' dedi. Ben de, 'Sizin resminizi alacak param yok' dedim. 'Kaç paranız var' dedi. '10 frank' dedim ve bana bir resim verdi. O parayı da aşağıdaki barda harcadık." Bu şekilde başlayan dostlukları, Hıfzı Bey Türkiye'ye döndüğünde mektuplar aracılığıyla devam etmiş.

1959'da UNESCO'daki görevi nedeniyle Paris'e tekrar gittiğinde ise Fikret Mualla artık en kötü dönemini geçiriyormuş: "Perişan bir haldeydi. Dengesini yitirmiş, konuşmalarını sürdüremiyordu, sözleri bu yüzden anlaşılmazdı. Parasızlıktan her gün iki resim yapıp 5 franka satmak için kahvelerde, sokaklarda satmaya çabalıyordu. Oysa şimdi o resimler..." 

Hıfzı Topuz'un Paris'teki evine sık sık gelen bir diğer ünlü ressam da Bedri Rahmi Eyuboğlu'ymuş. Kendisi bu evde, ilginç arkadaşlar edinmiş. "Sık sık gelir, resim yapar, imzalayıp verirdi. Her şeyi konuşurduk. 'Sevdiğin kadın hakkında açık açık konuş, açık kalp ameliyatı yapalım' derdim. Bu söz sonra aramızda bir şifre oldu; bana, "Hıfzı gel senle bir açık kalp ameliyatı yapalım" derdi. Benim evimde bir çok kişi tanıdı. Sol çevreden olanların çoğunu o da biliyordu. Ama bana hanedandan kişiler de geliyordu. Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan, onun kızı Hanzade gibi. Sabiha Sultan'ı çok sevmişti, önünde diz çöker, elini tutar ve sonra afacan bir çocuk edasıyla "Sabiha Reis!" derdi. Bir gün onların evine gidecektik, 'Ne götüreyim?' diye sordu. Ben de 'Bir desen götür' dedim. 'Ama kendimi övmüş olmaz mıyım, ayıp kaçmaz mı?' dedi. Ben de 'Kaçmaz, götür' dedim. Koltuğumuzun altında bir desenle gittik. 

Hıfzı Topuz'un anlatmaktan keyif aldığı anılarından bir bölümü de Afrika'ya ait. UNESCO görevlisi olarak gittiği Kongo'do gazetecilik kursları veren, Hıfzı Topuz, burada çok sevilmiş. Oysa kendisi dönemin yönetimince öldürülen ve hayatını kitaplaştırdığı Lumumba'yı çok seviyormuş. "Ama ben de daha sonra onları çok sevdim, bana 'Beyazlara karşı bir ayaklanma olsa da, seni korusak' derlerdi." 

Vermiş olduğu gazetecilik kurslarına katılanlardan biri de, Paul Katanga'ymış. "Sürekli 'hocam bu staj ne zaman bitecek?' derdi. Ben de '4 ay' derdim, 'Daha erken olamaz mı' diye ısrar ederdi. 'Neden' dedim, bir gün, 'Bitsin bakan olacağım' dedi. Gerçekten de staj bittikten sonra Enformasyon Bakanı oldu ve bir sonraki diplomaları o dağıttı!" 

Afrika'daki görevi sırasında Hıfzı Bey'e eski Enformasyon Bakanın bürosonu vermişler; "Bir gün dolabı açtım, içi plakla doluydu ve hepsi aynı türdendi: 'Lumumba Ça ça ça', 'Bağımsızlık Ça ça ça' gibi. Meğer bu plaklar toplatılmış. İçlerinden bir tanesini aldım. Bir sene sonra Paris'e gittiğimde bakan beni ziyarete geldi. 'Afrika müziği var mı, dinleyelim?' dedi. Ben de bu plağı koydum. Eşiyle birlikte dans etti ve sonra 'Bunu nereden buldun?' dedi, ben de 'Odanızdan almıştım' dedim. Doğrusu çok ilginçti, Lumumbayı öldürten yönetimin bakanı onun müziğinde dans etmişti." Hıfzı Bey, evinin üst katını ve çalışma odasını kaplayan Afrika maskeleri ve heykeleri toplamaya da Afrika'da kaldığı yıllarda başlamış, ancak bunların en iyilerini Paris'e döndüğünde bulmuş: "Bazı müzayedeler keşfetmiştim. Afrika'da bile bulamayacağım eserler vardı. Meğer bunlar Afrika'da sömürge memuru olarak çalışan kişilerinmiş. Onlar ölünce aileleri bunları satışa çıkarmışlar. Bir de Afrika'dan tanıdığım kişiler beni buldular ve bir sürü eser getirdiler. 'Evvela sen gör' diyorlardı. Birçoğunu artık bulmak imkansız. Her biri öyle değerli ki."