Antikalar E-posta Listesi

Türk Sanat Piyasasından haberdar olmak için, en güncel müzayedeleri takip etmek için lütfen eposta listemize üye olun.

         

123 Street Avenue, City Town, 99999

(123) 555-6789

email@address.com

 

You can set your address, phone number, email and site description in the settings tab.
Link to read me page with more information.

Avni Lifij ve Türk Resminde İlk Vanitas

Doç. Dr. AHMET KAMİL GÖREN
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Genel  Sanat Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Avni Lifij, "Kurukafalı, Kitaplı Ölüdoğa" (1323/1905 imzalı)
44.5 x 53.5 cm tuval üzerine yağlıboya
B. Aksoy Koleksiyonu

Resim sanatında ölüdoğa türü içinde değerlendirilen vanitasları el almadan önce, vanitasların içinden çıktığı ölüdoğanın gelişim öyküsüne kısaca bir göz atacak olursak: Batı resim sanatında, özellikle 16. yüzyıldan itibaren önemli bir tür olarak belirmeye başlayan "ölüdoğa"nın serüveni, aslında resim sanatının kendi serüveninden farklı değildir. 

Sanatçı, kendini kuşatan çevresini imgeye dönüştürüp bir düzleme aktarırken ortaya tarihsel, dinsel, mitolojik vb. konulardan, manzara, portre, tür (genre/janr) resmine; çiçek, meyve, eşya resminden, ölüdoğa resmine ya da dünya geçiciliğini vurgulayan, bir ölüdoğa kompozisyonu olan vanitaslara kadar değişik türler çıkmaktadır.

Resim sanatında bağımsız bir tür olarak ortaya çıkmadan önce, ölüdoğaya konu olan çeşitli meyveler, sebzeler, ölü hayvanlar, içi dolu ya da boş bardaklar, kadehler, sürahiler, kaseler, sepetler, vazolar içine yerleştirilmiş çeşitli çiçekler, ev yaşamının ayrılmaz bir parçası olan çeşitli gündelik kullanım eşyaları, keman, mandolin gibi çeşitli çalgılar, kitaplar, örtüler, şamdanlar, kandiller, pipolar, saatler, kurukafalar ya da burada tek tek sayamadığımız "nesneler/objeler", henüz gerçek bir ölüdoğanın asal üyesi olmaktan uzak bu örneklerin, konuyu bütünleyen birer eleman olarak resme katıldığını söyleyebiliriz.

Pieter Claesz, "Vanitas" 1630 39.5 x 56 cm
Tuval üzerine yağlıboya
The Hague Mauritshiuis

Bu nesneler, salt içinde yer aldıkları kompozisyonların, kimi zaman ikonografik anlam taşıyan, kimi zaman da donatılmış masaların doğrudan kendini temsil eden öğeleri olarak belirirler. Ancak, neresinden bakılırsa bakılsın bunlar henüz kendi başlarına dillenmiş imgelere dönüşmemişlerdir. Daha açık bir ifadeyle içinde yer aldıkları düzlemde (duvar, mozaik, çini, vazo, tuval vb.) bir meyve, bir sebze, bir eşya niteliğinden öte birşey değildirler ve hala ikincil konumdadırlar; ya da içinde yer aldıkları konuya bağlı olarak , çok çok ikonografik açıdan anlamlar yüklenmiş birer simge durumuna dönüşmüşler ve doğrudan kendini temsil eden nesnelere oranla göreceli bir dikkat çekicilik ya da deyim yerindeyse kısmi bir üstünlük sağlamışlardır.

Carlo Crivelli            (1433-1495)
"Mumlu Madonna" 1490
Ahşap üzerine yağlıboya, 218 x 75 cm
(Milan Pinacoteca Brera)

 

Batı sanatının gelişim sürecinde resim sanatının doğruğa çıktığı Rönesans`ta ölüdoğalar (ya da ölüdoğayı oluşturan nesneler), resimde (tıpkı portre gibi) çekingen , tereddütlü ve yardımcı birer motif olarak ortaya çıkmışlardır. Venedikli usta Carlo Crivelli (1433-1495)`nin 1485 tarihli Boston Museum of Fine Arts`da bulunan ünlü Aziz John ve Aziz Magdalenli "Pieta"sında ve 1490 tarihli Milano Pinacoteca di Brera`da bulunan "Mumlu Madonna"sında kompozisyona katılan çeşitli meyve ve yapraklardan oluşan çelenkler, belki, sanatçının çağdaşı Kuzeyli sanatçıların tutkuyla uyguladıkları örneklerden esinlenilmiş olmalıdır. Buradaki örnek belki özünde bir ölüdoğa olmakla birlikte, aslında bu amaca hizmet etmemektedir. 

Barok sanatın en önemli uygulayıcılarından kabul edilen Michelangelo Merisi Da Caravaggio (1571-1610)`nun Washington D.C. National Gallery of Art`taki yaklaşık 1595 tarihli "Ölüdoğa"sı ne kadar tartışmasız saf bir ölüdoğa resmi ise, yine aynı sanatçının Roma Galleria Borghese koleksiyonlarını süsleyen "Meyve Sepetli Delikanlı"sındaki asma yaprakları, üzümler, şeftaliler ve diğer çeşitli meyvelerle doldurulmuş meyve sepeti de o kadar ölüdoğa değildir; çünkü, aslında bir ölüdoğa modeli olabilecek meyve sepetinin, burada kompozisyona katılan ikinci derecede, ya da bir an için buna biraz daha fazla anlam yükleyip kompozisyonu genç delikanlıyla eşit paylaşan bir motife dönüştüğünü söyleyebiliriz. 

Gerçek bir ölüdoğa türünde resim yapmayı ilk düşünen kişi, 1500 yılından sonra Almanya, Hollanda`da yaşadıysa da İtalyan olarak anılan ve Kuzey Avrupa`ya Rönesans`ı taşıyan sanatçı olarak kabul edilen Venedik doğumlu Jacopo de Barbari (1445/50-1516) olmuştur. Onun 1504 tarihli Münih Alte Pinakothek`te bulunan ahşap pano üstüne yağlıboyayla gerçekleştirdiği "Keklik ve Demir Zırh Eldivenli Ölüdoğa"sı bilinen en eski ve gerçek anlamda bir ölüdoğadır ve bu resim 16. yüzyılda ortaya çıkıp özellikle Hollanda resim sanatında, 17. yüzyılda doruk noktasına ulaşan ve sonraki yüzyıllarda da gelişmeye devam eden, sıradan günlük yaşam sahnelerinin betimlenmesinden oluşan tür (genre/janr) resminin gelişmesinde de önemli bir rol oynamıştır.

Michelangelo Merisi Da Caravaggio (1571-1610)
"Meyve Sepetli Delikanlı" 1593
Tuval üzerine yağlıboya 70 c 69 cm.
(Roma Galleria Borghese)

Barbari`nin bu yapıtını gerçek bir ölüdoğa kılan özellikler nelerdir? 

Kanımca, bunun yanıtını vermek için önce biraz geriye gidip, ölüdoğada başrolü alan meyve, sebze, ölü hayvan ve sayısız diğer nesnenin, yemek sahnelerinden, mutfak sahnelerine, iç mekan resimlerinden değişik kompozisyonlara kadar üstlendiği yardımcı rolü anımsamak yerinde olur. Barbari burada ölüdoğanın ruhunu ele veren en önemli niteliklerden birini uygulamıştır; yani, kompozisyonunu özgürce ve sadece gerçek bir ölüdoğa yaratabilmek için kurgulamıştır. İşte ancak bu farklı tutum gerçek ve saf bir ölüdoğayı ortaya çıkarmaktadır. 

Sözlüklerde "Ölüdoğa: Çiçek, meyve, ölü hayvanlar ve eve ait eşyalar gibi sayısız cansız nesnenin betimlenmesinden oluşan bir resim türüdür. Ölüdoğa resimde yer alan nesneler zaman zaman simgesel anlamlar da taşımaktadır." şeklinde tanımlanmaktadır. 

Hiç bir sözlükte, ölüdoğaya konu olan meyve, sebze, çiçek ve nesnelerin sanatçı tarafından mutlaka üzeri örtüyle kaplanmış bir masa üstünde kurgulanması gerekir gibi bir ifade geçmemektedir. Ancak, masa üzerinde yer almayan kaç ölüdoğa anımsıyoruz? 

Ölüdoğa, resim sanatında 14. yüzyıldan beri görülmektedir, ancak bu resimlerde ölüdoğa, bir gerçekliğe dikkat çekmek amacıyla tür (genre) resminin içinde yer alıyordu ve henüz bağımsız bir şekilde değerlendirilmiyordu. Ölüdoğanın bağımsız bir tür olarak belirmesi ancak 16. yüzyılda (özellikle Kuzey Rönesans resminde) gerçekleşmiştir. Bu türün doruk noktasına çıkması için ise17. yüzyıl Flaman (Belçika) ve (Felemenk) Hollanda resmini (ya da daha genel bir ifadeyle Kuzey Barok resmini) beklemek gerekecekti.

16. yüzyılda gelişen ve 17. yüzyılda giderek yaygınlaşan, yaşamın kısalığını, dünyanın geçiciliğini, ölümün kaçınılmazlığını çeşitli simgelerle anlatan ölüdoğa türündeki resimlere, `boşlukların boşluğu/hiçliklerin hiçliği` anlamına gelen Latinca kökenli `vanitas vanitatum` ifadesinden türeyen sözcükle `vanitas` adı verilmektedir. Çiçek, meyve, ölü hayvan ve kurukafayla betimlenen vanitaslar, yaşamın kısalığı, hiçliği, geçiciliğini vurgulayan `memento mori` (öleceğini/ölümlü olduğunu unutma) gerçeğini hatırlatmaktadırlar. Vanitaslar, "töre resmi" içinde değerlendirilmektedir. Vanitasların bir anlamda, ölümü ürkütücü biçimde çeşitli açılardan ele alarak ayrıntılı olarak yansıtan "macabre" olarak tanımlanan kompoziyon türünün, ölüdoğaya uygulanmış biçimi olarak da değerlendirilmesi olanaklıdır. Vanitasların Leiden`de ortaya çıktığı dönemde kilisenin tanıklığını kabul etmekle birlikte kilise öğretisini sadece Kutsal Kitap`ın otoritesine dayandırmayı amaçlayan Martin Luther (1483-1546)`in izinden giderek ancak, bazı konularda öne sürdüğü değişik düşüncelerle (önceden takdir ve inayeti olumlamak gibi) kendi öğretisini geliştiren John (Jean) Calvin (1509-1564) etkisinin yaygınlık kazandığı ve Reformasyon hareketinden sonra giderek dinsel resmin azaldığı dikkat çekmektedir. Bunun nedenleri arasında, hiç kuşkusuz, ekonomik gücünü kısmen kazanan bir orta-sınıfın ya da diğer bir tanımıyla burjuva/kentsoylu sınıfının ortaya çıkarak, bu tür resimlerin yapılmasındaki taleplerinin, karşılığında önemli bir arzı da oluşturduğu göz ardı edilmemelidir. Vanitaslar için Pieter Claesz`in 1630 tarihli "Vanitas"ı, Antonio Pereda`nın 1640-50 tarihli "Dünyanın Geçiciliği" adlı tablosu, Maria Van Oosterwyck`in 1668 tarihli "Vanitas"ı, Jacques de Claeuv`un 1677 tarihli "Vanitas"ı uygun örnekleri oluşturmaktadırlar. 

Yine 17. yüzyılda ortaya çıkan ve 18. yüzyılda da süren, özellikle yiyeceklerin konu olarak seçildiği ve başlıca örneklerini Francisco Pacheco (1571-1654), Alonzo Vasquez (1600?-1649) ve daha sonra Don Luiz Menéndez (1716-1780) gibi sanatçılarda gördüğümüz ölüdoğa çalışmaları İspanya`da "bodegon" adıyla anılmaktadır.

Jacopo de Barbari (1445/50-1516)
"Keklik ve Demir Zırh Eldivenli Ölüdoğa" 1504
Ahşap pano üzerine yağlıboya 51.6 x 42.4 cm.
(Münih Alte Pinakothek)

Ölüdoğa türünün Batı sanatında en özgün örneklerini vermiş sanatçılar arasında yukarıda anılanların yanında İspanyol ressam Francisco de Zurbaran (1598-1664), Hollandalı sanatçılardan Pieter Claesz (1597-1660-61), Williem Claesz Heda (1595-1681), Jan Davidsz de Heem (1606-1683/84), 18. yüzyılın büyük ölüdoğa ustası Fransız Jean-Baptiste Siméon Chardin (1699-1799) sayılabilir. 

Daha sonra 19. yüzyılda ölüdoğa, bir kez daha, özellikle doğanın yapısal çözümlemesine önem veren ve kübizmin yolunu açan Paul Cezanne (1839-1906)`la birlikte bu kez sanatsal biçemin irdelenmesi aşamasında yeniden önem kazanıyor ve kübizmle birlikte Pablo Picasso (1881-1973) ve Georges Braque (1882-1963) elinde ölüdoğa adeta başrole çıkıyordu. Ölüdoğa, (belki) göz için bir yiyecektir; ancak akıl için öyle olduğu asla söylenemez. Resim, özünde, dış dünyanın gerçekliğini bir düzleme zaptetmesiyle sonuçlansa da, duygularımızla algıladığımız nesnelerin, sonuçta bir imgeye dönüşmüş biçiminin de bir serüvenidir. Bu açıdan bakıldığında sanatçı, ölüdoğayı, herhangi bir akşam yemeği için donatılan masanın teşrif malzemesi olarak düşünmemekte; resim sanatının geçmişten günümüze uzanan zincirinin bir halkası içinde, yine resim adına, bir gerçekliği, yeni düşüncelerle -olasılıkla içinde yaşadığı çağın yeni form anlayışı ya da `gerçekliği kavrayış` biçimiyle- yeni bir dile çevirmektedir:

Bu serüvende başta nesnenin kendisi (ya da ölüdoğaya konu olan ne ise) çizgi, renk, ışık-gölge ya da kimi zaman çizgi ve renk, ya da çizgi veya sadece renk eşliğinde ele alınırken (resim sanatının başlangıcından günümüze kadar bunun örneklerini görebiliriz): zaman zaman da resme konu olan nesnenin, bağlamından koparılarak (Marcel Duchamp (1887-1968)`da olduğu gibi) doğrudan yapıtın kendisi durumuna geçtiğini yani imgenin "hazırnesne"ye dönüştüğünü gördük.

Osmanlı döneminde süslemelerde görülen çiçek, meyve betimleri ayrı tutulursa, batılı anlamda Türk resim sanatında gerçek anlamda ölüdoğaların ortaya çıkması Osman Hamdi, Süleyman Seyyid, Şeker Ahmet Paşa`yla birlikte başlar. Osman Hamdi`nin bilinen tek ölüdoğası dışında, aynı dönemin ölüdoğalarıyla ünlü iki ustası Süleyman Seyyid ve Şeker Ahmet Paşa, bu türün ilk ünlüleri arasında sayılabilir. Daha sonra Osman Nuri Paşa, Hüseyin Zekai Paşa da bu türde çalışmalar yapmış sanatçılar arasındadır. Bu dönemle Türk resim sanatının gelişiminde çok büyük bir önemi olan "1914 Kuşağı" sanatçıları arasında adeta bir köprü görevine sahip Halil Paşa ve Hoca Ali Rıza gibi iki büyük usta da ölüdoğa türünde çalışmalar gerçekleştirmiş sanatçılar arasındadır. 

Türk resim sanatına büyük bir dinanizm ve yenilik getiren 1914 ya da Çallı Kuşağı adıyla anılan sanatçılardan İbrahim Çallı, Sami Yetik, Nazmi Ziya, Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Namık İsmail, Hüseyin Avni Lifij, Ali Sami Boyar çeşitli figürlü kompozisyonlar, manzara resimleri, nü çalışmaları, portreler yanında izlenimci tekniğin ön planda olduğu ölüdoğa çalışmaları da gerçekleştirmişlerdir. Ancak, bu kuşak içinde kendine özgü kişiliğiyle dikkat çeken Lifij`in yapıtları arasında onca figürlü kompozisyona, portreye, manzaraya karşılık deniz teması gibi, ölüdoğa çalışmalarının da oldukça az sayıda olması dikkat çekicidir.

Elimize ulaşan az sayıdaki örnekten 1904 tarihli "Balıklar" ve 1905 tarihli "Kurukafalı, Kitaplı Ölüdoğa" gibi diğer örnekler de büyük bir olasılıkla sanatçının ilk dönem çalışmaları arasındadır. Sanatçının elimizde bulunan yapıtları içinde ilk çalışması olarak dikkati çeken 1904 tarihli "Balıklar"da, henüz herhangi bir akademik eğitim almamış genç Lifij, imzasını, dönemin Fransız kültürünün Osmanlı toplumu üzerindeki etkisiyle de "Husséin" olarak atmıştır. Lifij, babasının resim yapmasına iyi gözle bakmaması göz önüne alınırsa, tüm bu ilk dönem çalışmalarında, kendisine modellik edecek kadar sevecen bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılan annesinin desteğini almış olmalıdır. 1905 tarihli "Kurukafalı, Kitaplı Ölüdoğa" ise, Lifij`in 1904 yılında anatomi öğrenmek için Eczacı Mektebi`nde fizik ve kimya derslerine katılmaya başladığı bir dönem çalışması olarak ilgi çekicidir ve bu resim Avrupa sanatında özellikle Kuzey`de Barok dönemde Hollanda resminde ortaya çıkan vanitasların belki de Türk resim sanatındaki tek örneği olmasıyla da önem taşımaktadır. 

Henüz on dokuz yaşında olan ve kırk bir yaşında yaşama veda edecek olan bir gencin, belki de sezgisel olarak bizlere, kurukafa ve kitaplı bir kompozisyonla iletmek istediği şey: dünyanın hiçliği, geçiciliği, geriye kalanın ise, bilim ve sanatın (ki bunlar buradaki tüp, eviye vb. kimyasal analiz aletleri, çeşitli kimyasal sıvıların bulunduğu şişeler ve kitaplarla simgelenmiştir) kalıcı olduğu mesajıdır. Ya da yaygın bir (maxim) özdeyişiyle: "Ars longa vita brevis/sanat uzun (sonsuz), yaşam kısa (sonlu)."