Antikalar E-posta Listesi

Türk Sanat Piyasasından haberdar olmak için, en güncel müzayedeleri takip etmek için lütfen eposta listemize üye olun.

         

123 Street Avenue, City Town, 99999

(123) 555-6789

email@address.com

 

You can set your address, phone number, email and site description in the settings tab.
Link to read me page with more information.

Selim Turan’ın Sanat Felsefesini Yeniden Değerlendirmek

Selim Turan’ın Sanat Felsefesini Yeniden Değerlendirmek

PROF. DR. KIYMET GİRAY

selim8.jpg

Selim Turan’ın sanat anlayışını belirleyen felsefesini anlamak çok da kolay değildir. Bu sırrı çözümlemek, önce Turan’ı, sonra da sanat dönemlerini ve bu dönemlerin resimlerini yakından tanımakla başlar.

Bu bağlamda, Turan’ın felsefesini ve sanat anlayışını irdeleyip çözümlemeye, şöyle bir 35 yıl kadar geriye giderek başlamalıyım. Lisansüstü öğrenimimi yaptığım yıllara. Selim Turan’ın küçük kitaplarını karıştırıp, sanat ve toplum, sanatın felsefesinde doğu ve batı sentezi üzerinde geliştirdiği felsefesini incelediğim döneme gidelim hep birlikte.

1980’li yılların sonlarında, Osmanbey’de Sümerbank Mağazası’nın yer aldığı binanın 6. katının kapısını sabah 11.00’de çaldığımda heyecanlıydım. Defalarca telefonda konuşmuş, Turan’ın Ankara’da bir “Mobil Heykel” yapması konusunda da uzlaşmıştık. Proje gerçeğe dönüşmeye başlamış ve üzerinde yapacağımız konuşmaların yüz yüze, karşı karşıya paylaşılması, tartışılması ve son kararın belirlenmesi aşamasına gelinmişti. Turan ve iki kız kardeşi, Saide ve Feyzaver Hanımlar tarafından karşılandık. Karşılaşma seremonisinde, Saide Hanım’ın eşinin, Teknik Üniversite’nin rektörü, önemlisi Elektrik Fakültesi Yüksek Frekans Tekniği kürsüsü profesörü, 1952 yılında ilk TV yayınını Teknik Üniversite Televizyonu’yla başlatan ve benim eşimin de efsane hocası Mustafa Santur olduğunu öğrendik. Lyon Üniversitesi Fizik Bölümü mezunu olan Saide Hanım’la eşim arasında çoktan başlayan sohbet sürerken, oturma grubundan uzaklaşarak Selim Bey’le birlikte, büyük masanın başında sanat konuşmaya başladık. Başkent Ankara’yı heykellerle donatma projesinin Ankara Belediyesi’nin sponsorluğunda gelişeceğini ve bir sistem içinde uygulanacağını söyledim.  , Sanart Estetik ve Plastik Sanatlar Derneği olarak, bizim yönetim kurulu üyeleri tarafından, projeyi geliştirip, sanatçılarla bağlantılar kurup uygulamaları üstlendiğimizi anlattım. Proje kapsamında heykellerinin Ankara’da yer almasını belirlediğimiz sanatçılar arasından yönetim kurulu üyeleri olarak seçkiler yaptığımızı, çalışmayı paylaştığımızı, bu seçim sonucunda benim Sakarya Caddesi’nde Danimarkalı ünlü heykeltıraş Jorgen Hougen Sorensen’nin “Taşankara Heykeli”, Zühtü Müridoğlu “Balerin Heykeli”  ve Selim Turan “Mobil Heykeli” projelerini üstlendiğimi belirttim. Koşulları ve telif haklarını açıkladım. Resmi prosedürümü tamamladım. Yıllar ilerledikçe sürüp gidecek olan asıl sanatçı ve sanat tarihçisi konuşmalarımız bu andan sonra başladı.

 

Zor işittiğim sessizliğin sesini algılamaya, sonra da bir anda alışıp ayrıntıları da rahatlıkla duymaya başladığım, derinden gelen, yumuşak bir ses, yavaş yavaş Selim Turan yaşamının perdelerini açmaktaydı;

“Annem bizi ellerimizden tutar babamı görmeye götürürdü. Kucağına oturur, eve ne zaman döneceğini sorardım. Bana burada askerler için elbise diktiklerini söylerdi. Gururlanırdım. Bitince dönecekti!”

1915 yılının mayıs ayında İstanbul’da Cağaloğlu semtinde Fehmi Paşa Konağı’nda doğan Selim Turan’ın ilk çocukluk yılları İstanbul’un işgal edildiği uzun ve karanlık dönemine rastlar. 16 Mart 1920’de İngiliz, Fransız ve İtalyan Yüksek Komiserleri, sabah erkenden Hale Asaf’ın babası olan Sadrazam Salih Paşa’ya bir nota vererek, saat 10.00’dan itibaren kenti işgal edeceklerini bildirir. 23 Ağustos 1923’e kadar sürecek olan bu işgal yıllarında, yaşam Turan ailesi için zorluklarla dolu geçer. Çok sayıda aydın ve bilim adamı, yazar ve düşünür gibi, Turan Ailesi’nin babası, Hüzeyinzâde Ali Bey de 1915 yılında İngilizler tarafından tutuklanarak Süleymaniye’de, Bekir Ağa Bölüğü’nde hapsedilir. 1916 yılının ocak ayında Berlin’de toplanan Türk Kavimleri Kongresi’nde ve 1917 yılında da Stockholm’de Milletler Arası Sosyalist Konferansı’nda bildiriler sunar. Makaleleri, şiirleri ve çeviri kitaplarıyla entelektüel bir düşünce insanıdır. 1864 yılında Azerbaycan’ın Salyan şehrinde doğan Hüseyinzâde Dr. Ali, Kafkasya Şeyhülislam’ın sülalesinden gelmektedir. Yükseköğrenimini, Petersburg Üniversitesi'nde tamamlar ve 1889 yılında İstanbul'a gelir, Mekteb-i Tıbbıye-i Askeriye-i Şahane’den 1895 yılında, doktor yüzbaşı rütbesiyle diploma alır. Osmanlı-Yunan Savaşı’na katılır. İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları ve merkez komite üyeleri arasında yer alır. Yakın tarihimizde, Türkçülük akımının ünlü düşünürleri arasında aktif olarak çalışan Hüseyinzâde Dr. Ali, Ziya Gökalp’le birlikte çalışır. Hamdullah Suphi, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu ile Turan Felsefesinin geliştirmeye, yaymaya odaklanır. Ancak istibdat döneminin baskısına dayanamayarak, 1903 yılında Kafkasya'ya kaçar ve Türkçülük çalışmalarına burada Türkçülüğün benimsenmesi için yayınlar yapar. Hüseyin Zâde olarak tanınan Ali Turan, Rusça yayınlanan “Kaspi” adlı gazetenin başyazarlığını, Bakü’deki Saadet Okulu’nun Müdürlüğü’nü üstlenir. 1905 yılında, Bakü’de, başyazarlığını ve müdürlüğünü yaptığı “Hayat” adında siyasi bir gazete çıkarır. Fikir ve görüşlerini paylaştığı Ağaoğlu Ahmet’le “Güneş” adında günlük siyasi bir gazete yayınlar. Ayrıca, Ali Turan, çok büyük ses getiren “Füyuzat” adlı, haftalık bir siyasi dergi çıkarmaya başlar. Gerek “Hayat” gazetesinin başyazarlığında, gerekse “Füyuzat” dergilerinde yayınlanan makalelerinde, Türklüğü, Türklüğün saflığını ve birliğini savunurken, dil olarak da yeni edebiyat akımına destek verir. Azerbaycan’da da, İstanbul lehçesinin başat olmasını amaçlar. II. Meşrutiyet’in ilanıyla Türkiye’ye döner ve Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Ocakları’nın öncü düşünürü olarak saygı görür. 

İlk çocukluk yılları annesi Edhiye Hanım’ın terbiyesinde geçen Selim Turan’ın yaşamında, babası önemli bir figürdür. Yedi dil bilen,  Hüseyinzâde Ali bey, düşünceleri, aynı düşünceleri paylaşan çevresi, siyasi mücadeleleri ile yarattığı entelektüel yaşamının bir parçası olan aile içinde büyütür çocuklarını. Selim Turan, çok dil konuşulan, çok kitap okunan, felsefe yapılan aile evinde, zaman zaman da babasının evden uzak kalmasına neden olan siyasi mücadelelerinin konuşulup tartışıldığı ortamda yetişir. Resim, edebiyat, şiir, siyaset önemlisi de matematik ve mantık bilgilerinin temellerini aile evinde alan Selim Turan, kendi özel felsefesini geliştirme korumu ve savunma bilinci içinde büyür. Devamlı olarak okumaktadır. Babası onu resim yapmaya yönlendirmekte, annesi de yapacağı resimlerinin konularında kendisine yardımcı olmaktadır. Beyazıt Numune Zükur İlkokulu’nda ise resim öğretmeni Malik Aksel’dir. Aile 1923 yılında, Süleymaniye’den Üsküdar Paşa Kapısı’na taşınır. 1925 yılında Galatasaray Lisesi’ne girer ve ilkokul üçüncü sınıfta gitmeye başlar. 

selim2.jpg

1935 yılında, Galatasaray Lisesi son sınıf öğrencisiyken, güzel sanatlar öğrenimi görmeye karar verir. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer. Birinci yılın sonunda, asıl öğrenci olmak için girdiği sınavda birinci olur. Feyhaman Duran Atölyesi’ndedir. Bu atölyeyi sık sık ziyaret eden Nazmi Ziya’dan kritikler almaktadır. Özellikle de Zeki Kocamemi’nin Hans Hofmann öğretisine dayalı olan figüratif ekspresyonizmini uyguladığı desenler çizmektedir.  Resim öğrenimini sürdürürken bir yandan da heykel çalışmalarına başlar.

Selim Turan Akademi'de öğrenim gördüğü yıllarda, Üsküdar’da Şark Tezyini Sanatlar Mektebi’nde, İsmail Altınbezer Atölyesi’ne de devam etmektedir. Burada, Reis-ül Hattatin Hacı Kamil Efendi’den hat, İsmail Altınbezer’den tezhip, Necmi Okyay’dan ebru ve cilt dersleri alır. Topkapı Sarayı Kitaplığı’nda bulunan minyatürler üzerinde çalışır ve örneklemeler çıkartır. Bu yıllarda, İstanbul'un Fethi’nin 500. kutlama programı kapsamında hazırlanan “Fatih Divanı” için minyatürler de resimler. Bu minyatürlerinde Fatih'i, sevgilisi İren'i, medreseleri ve âlimleri minyatür tekniği ile betimler. 1937 yılında Avrupa Müzeleri’ni görmek amacıyla İstanbul’dan yola çıkarak; Yunanistan, Romanya, İtalya, Almanya, Polonya, İngiltere ve Fransa gezisi yapar.

1936’da, Akademi’ye girişinden bir yıl sonra; Burhan Toprak’ın açılış konuşmasında “Cehtimizin (yaşayan ve modern) sanata müteveccih olmasını istiyorduk. Modern sanata daha uzun zaman kapılarımızı kapayamazdık. (...) İşte tam bu sıralarda Fransa Güzel Sanatlar umum müdürünün hocalık teklif ettiği zevattan biri olan Leopold Lévy müessesemizde işe başladı.” açıklamasıyla Akademi bünyesinde önemli değişiklikler olur.

Burhan Toprak 10.4.1936 tarihinde Akademi’ye müdür olarak atanır ve aşama aşama, bütün öğretim kadrosunu değiştirir. 25 Ocak 1937’de Cemal Tollu, 1 Şubat 1937’de Léopold Lévy, 1 Kasım 1937’de Sabri Berkel ve Zeki Faik İzer, 23 Mart 1937’de Bedri Rahmi Eyüboğlu, 27 Ocak 1947’de Nurullah Berk Akademi’nin yeni öğretim kadrosunu oluşturur. 

selim7.jpg

Bu süreç içinde, İbrahim Çallı, Hikmet Onat ve Mahir Tomruk emekli olur. Bedri Rahmi görevden alınır. Ali Çelebi ve Zeki Kocamemi, Zühtü Müridoğlu ve Hadi Bara görevlerinde kalır. Akademi reformu kapsamında;  yenileşme hareketinin hedefini belirlemesi için, Avrupa’dan bir öğretim üyesi getirtmeyi planlarlar. Andre Lhoté’u getirmek istediği kulaklarda dolaşır. İkinci Dünya Savaşı Hitler Dönemi’nin işgalleri sürmektedir. Lhoté’un; “Ben İstanbul’a geldikten sonra kopacak bir kıyamette bir Sovyet kurşununa hedef olarak ölmek istemem” diyerek bu görevi kabul etmediği söylemleri yayılır. Musevi asıllı Lévy için ise Türkiye bir sığınaktır. İsteyerek gelir, resim bölümünde başkan olur. Ardından Heykel Bölümü’ne Rudolf Belling, Tezyini Sanatlar Bölümü’ne de Louis Süe getirilir.

Fransız Gerçekçileri’nin, özellikle de Derain’in esinleri üzerinde yürüyen, bu esinleri teknik beceriler ve öznel duyarlıkla yorumlayarak özgünleştiren Lévy’nin İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde sürdürdüğü atölye dersleri, genç sanatçıların; konudan anlatıma kadar uzanan seçim özgürlüklerini tanımasına olanak sağlar. Lévy, genç sanatçı adaylarının bireysel yeteneklerine uygun biçemlere yönelmelerini beklemektedir. Özgür sanatçı kimliği üzerine eğilmektedir. Resmin hayatın içinde olduğunu savlamakta, sanatçı adayı olan genç ressamların sokak yaşamını izlemelerini önermektedir. Böylece, genç sanatçıların tuvallerinde sosyal realizm hareketinin ilk resimleri, yerlerini alır.

Bu bağlamda, 1930’lu yılların sonlarıyla 1940’lı yılları kapsamına alan yeni sanat anlayışının felsefesi ortaya çıkar ve Türk resim sanatında yeni bir dönem başlamış olur. Hofmann’ın figüratif konstrüksiyonları temel alan ekspresyonlarının ile Andre Lhoté’un kübizim kuramlarının karşısında duran Levy, genç sanatçılara yeni hedefler göstermektedir. Fransız Gerçekçiliği’ne bağlı doğa görünümleri ve Nabis’lerin öncülerinden Pierre Bonnard’ın lekesel soyutlamaları Levy’in gözdeleridir. Resim sanatımızda, Sert deformasyonlar ve figüratif ekspresyonlar yerini lekelerin başat olduğu resimlere bırakır. Özellikle de Barbizon Okulu realizminden yola çıkılarak, Millet ve Courbet’in başlattığı gerçekçiliğin,1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliği’nin kongresinde saptanan sanat eserlerinde gerçekçilik ve ana ilkeleriyle karşılaşması, resim sanatımızın yeni eğilimleri olur. Bu iki felsefenin bileşkelerini temsil eden resimlerin ilk örnekleri; Liman Sergisi ile topluma tanıtılır.  “Yeniler Grubu” adını alan genç sanatçıların eserlerinin eğilimi olarak Türk Resim Sanatı tarihinde yerini alır.

1938 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olan Turan, bir sanatçı olarak varlığını ilk kez 10 Mayıs 1941 tarihinde, Beyoğlu Matbuat Müdürlüğü Salonu’nda saat 16.00’da “Liman Şehri İstanbul” sergisinde duyurur.  Liman Şehri İstanbul Sergisi’nde Balıkçı, esrarkeş ve dilenci resimleri ile dikkatleri üzerinde toplayan Selim Turan, düşünsel temele dayalı toplumsal içerikli resim anlayışını yansıtan eserleriyle dikkati çeker. Zeki Kocamemi Atölyesi’nin etkisini taşıyan figüratif ekspresyonlara dayanan konstrüksiyonları yansıtan portreler ve çıplaklar çoktan gerilerde kalmış, Nabis formlu lekelerle oluşturulan kompozisyonlarıyla manzaralar, portreler ve sosyal gerçekçiliğe bağlı form arayışını belirleyen, “Esrarkeşler”, “Balıkçılar”, “Dilenciler”in desenleri, Liman Sergisi’nde Selim Turan’ın sokak insanlarının yakın gözlemlerini betimlemektedir. Gerçekleştirdiği resimlerde, dramatik yaşamlara düşünsel bağlamlarla yaklaşımı ile güçlü leke değerleri, armonileri ve desen gücü onu diğer sanatçılardan ayırmaktadır.  İkinci serginin konusu kadındır. Çalışır, özellikle de anne çocuk dramını yansıtan yeni resimler yapar, Ancak, Selim Turan, Kadın Sergisi’nden ortak bir kararla uzaklaştırılan Dino’yu gruba kendisinin getirdiğini, Liman Sergisi sırasında ve meydana gelen huzursuzluklara da dolaylı olarak neden olduğunu düşünerek bu sergiye katılmaz. Kadın Sergisi için yaptığı trajik anne ve çocuk desenleri, onun Sosyal Gerçekçilik anlayışının izinde yürüdüğü son çalışmalar olarak yerlerini alır.

“Liman Şehri İstanbul” sergisinin açılışından bir ay sonra, Selim Turan, seçilmiş olduğu “CHP Yurdu Gezen Türk Ressamları” etkinliği kapsamında Muğla’ya gönderilir. 1 Temmuz-30 Ağustos 1941 tarihleri arasında 4.’sü düzenlenen bu etkinlikte Turan, önce Milas sokaklarında dolaşarak kenti resimler, sonra Bodrum’a gelir, Halikarnas Balıkçısı, Cevat Şakir Kabaağaç’la dostluk kurar ve Bodrum’u, Bodrum yapan ve üzerine kitaplar yazan ünlü edebiyatçıyla sanat, edebiyat ve özellikle de resimleyeceği Bodrum sohbetleri yapar. Kaleyi, Bodrum Pazariçi’ni, Fethiye sahillerini, elinde boya kutusu kolunun altında resimleriyle görülünce şaşıran görevlilerin casus zannettiği ve neredeyse tutuklu kalacağı Köyceğiz’in manzaralarını resimler. Özellikle tahtacılar gelinlerini, onların geleneklerini yansıtan düğünlerinin kıyafetlerini, efsanelerini,  günlük yaşamlarını tuvallerine aktarır. Yirmiye yakın resim yapar ve bunlar arasından; “İncirciler, Tütüncüler, Bodrum'da Deveciler, Muğla’da Pazar, Muğla’da Hisar Tepe, Muğla’da Bir Yol, Bodrum, Fethiye, Muğla Gelini, Muğla’da Yayla Kahvesi, Süngerci Kaptan, Bodrum’un Genel Görünümü” adını verdiği resimlerini sergilenmesi için sergi komitesine teslim eder. (Kıymet Giray, Türk Resim ve Heykel Sanatının Paris Elçisi: Selim Turan” T. İş Bankası Kültür ve Sanat.  Sayı: 20 Aralık 1993.s.28-35).

selim9.jpg

CHP Yurdu Gezen Türk Ressamları etkinliğinim IV. Sergisi, halkevlerinin kuruluşunun onuncu yıldönümü kutlamaları kapsamına alındığı için, ilk kez, 31. teşrin l941 tarihinde açılan Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nden ayrılarak, farklı bir etkinlik olarak düzenlenir. “IV Yurt Gezileri Sergisi” adı altında, Ankara Halkevi’nde, 22 Şubat 1942 tarihinde toplumla buluşur. (Eşref Üren, Bir Sanat Hesaplaşması. Ülkü. Sayı: 35 1942. s.24). Halk evleri kutlama etkinliğinin odağına yerleştirildiği için, Yurdu Gezen Türk Ressamları Sergilerinin en görkemli tanıtımı ve açılışı olarak gerçekleştirilir. Dört Yurt Sergisi’ni bir araya getiren bir düzenleme olarak planlanarak gerçekleştirilen bu sergi, Ankara Halkevi Salonlarında, dört yıl boyunca Yurdu Gezen Türk Ressamları programına katılmış olan 40 ressamın 393 resmini kapsamına alır(M.A. Memleket Resimleri, Ülkü. Cilt:2, 1 Nisan 1942. Sayı:13.s.10-13). Doğal olarak da,  her ne kadar Selim Turan’ın 4.’sü düzenlenen etkinliğin 1.’si seçildiği izlenimi edinilse de, aslında, daha önce etkinliklere katılan ve katıldıkları birinci, ikinci ve üçüncü etkinliğin ödüllerini kazanan sanatçılar gibi Selim Turan da dördüncü etkinliğin Birincilik Ödülü’ne değimli görülür ve ödül alan sanatçıların arasındaki yerini alır. (Kıymet Giray, Cumhuriyet Kazanımları. Yurdu Gezen Ressamlar ve “Yurt Sergileri”. B+ Dergisi. Sayı. Sonbahar 12/18. s. 14-22)

Bana göre IV. Yurdu Gezen Türk Ressamları sergisinin o tarihinin basınında yapılan eleştirilerinin birincisi de Selim Turan’dır.  Büyük boyutlarıyla da dikkati çeken “Tütüncüler Resmi” ile Turan, resmi beğenilen, kimileri tarafından anlaşılan kimi yazarlar tarafından da yadırganan, ancak bu serginin en çok kaleme alınan sanatçısı olur. Çünkü sergi ve “Tütüncüler” resmi, onun sanat ortamına ses getiren ilk çıkışı ve resim sanatı tarihine geçişidir.  

Turan hakkında yazarken öncelikle, manzara ve yerel konulara eğilen resimlerinden biraz uzaklaşarak, dönemin ortak resim duyarlığı olan Kocamemi‘nin figüratif ekspresyon öğretilerini incelemek gerekir. Muğla’da yaptığı konulu kompozisyonlarda,  Nabis lekelerden sıyrılarak tuvallerine aktardığı Bodrum işçilerinin sosyal realist yorumları, Turan’ın konu, kompozisyon ve felsefe bileşkesidir.  Bölgenin insanını; süngercileri, incir sandıklayanları, tütüncüleri, damlarda yatanlar resimlerinde Turan,  “Liman Şehri İstanbul” sergisinde uyguladığı sosyal realist eğilimin bir ileri aşamasına geçer. Bu resimler analizi ve çözümlemesini yaptığımızda, Turan’ın sanat anlayışının, ayrıntılardan başlayan ve bütüne ulaşan kompozisyonlardan oluştuğunu görürüz.  Kalabalık kompozisyonu bu resimler; hiç ara veremeden, gece gündüz çalışan işçilerin, yorgun yaşamlarını gözlemleyen Selim Turan’ın sosyal realist yorumlarıdır. Kapalı mekânlarla çevrelenen açık alanda,  büyük bir meydanda, ışık gölge karşıtlıklarıyla resimlenen bu eserler, Turan’ın felsefesini, sanatçı kişiliğini ve özgün sanat anlayışının belirlendiği en erken ve en çarpıcı resimlerdir. Portreler ve peyzajlarında gelişen, Hofmann etkilerini, Bonnard lekelerini resimlerinin temellerine yerleştirerek çoktan geride bırakan Turan, bu aşamadan sonra yeni bir sanat dönemine girer.  Bu dönemde, resimlerini ışık ve gölge değerlerinin özgün ve içsel armonileriyle yaratılabileceğini keşfeder. İşte, sanat anlayışına kazandırdığı bu keşif, derin bir okur ve sessiz bir düşünce insanı olan Turan’ın felsefesinin kendi resmiyle örtüşmesidir.  Kuru sıcağın kavurduğu yorgun insan temposunun gücünü sonuna gelmiş işçilerin gecenin karanlıklarında, artık otokontrol dışı tekrarlarla yaptıkları işin ağır temposunu yansıtan atmosferi betimleyen bu kompozisyon,  Turan’ın giderek olgu tasvirinden uzaklaştığını ve eylemin özünü yansıtan soyutlamalara yöneldiğinin göstergesidir. Ağır gölgeler, loş ışıklar ezilen bedenlerin, yaşamın akışı içinde herhangi biri olan işçilerin yaşamının göstergesidir. Selim Turan’ın sanat hayatının ilk aşamasının en başarılı ve en büyük kompozisyonları olan bu resimler yapıldıkları dönemin en önemli sanat eserleri arasında yerini alır. Benim seçkime göre “İncir Toplayanlar” adlı kompozisyon bu çalışmaların arasında bir başyapıttır.

selim10.jpg

Bu aşamadan sonra, Selim Turan’ın sanat anlayışının yolu ışıkla gölge, yönü renkle varsıllaşan armonilerin özgün ve şiirsel ritimleri olacaktır.  Selim Turan’ın “Resim renk ve çizgi vasıtasıyla billurlaştırılmış bir ruh halidir” savının anlamı bu aşamadan sonra ortaya çıkmaya başlar.

İşte bu dönem iki farklı olgunun Selim Turan hayatında yapacağı köklü değişiklilerle açıklanır. Bunlardan ilki, farklı bir coğrafyaya, Avrupa kıtasına, sanatın odağı olan Paris’e taşınmasıdır.  İkincisi, iki büyük savaş sonrasında, sanatın yeniden canlanması ve Paris’in dünya sanatının merkezi olmasını hedefleyen “Paris Ekolü”nün içinde yer alabilmenin neredeyse ön koşulu olan soyut eğilimlere yönelmesidir.

II. Dünya Savaşı biter bitmez, savaş öncesinde avangart sanatın çevresinde toplanan ressamlar, sanatın merkezinde özgür bir alan yaratmak için tekrar Paris’e koşar. Tam da bu aşamada 1950’lerin “Paris Ekolü” adı verilen dönemi başlar. Farklı ülkelerden birçok sanatçı Paris Ekolünün çevresinde, savaş sonrasının yeni sanatının temsilini gerçekleştirmeyi hedefleyerek çalışmakta; tartışıp, sanat üzerine konuşmakta ve yeniden, hevesle ve yeni düşüncelerle tuvallerinin başına geçip resimler yapmaktadır. Savaşın dramatik gerçekliğini sorgulayan düşüncenin karşıt bakış açısı soyut hareketlere dönüşmektedir. Önce Fikret Mualla sonra sırasıyla Nejat Melih Devrim, Selim Turan, Mübin Orhon en sonra da Hakkı Anlı, bu Paris’in bu atmosferinde bir araya gelip felsefelerini değiştirerek, yeni bir düşünce platformu içinde, yeniden geliştirecekleri estetik duyarlıklarını bulmaya yönelirler.

Selim Turan 1947 yılı mart ayının 31’inde, Paris’tedir. Henüz 32 yaşındadır. Fransız Hükümeti’nin bursunu kazanmasıyla başlar Paris yılları ve yaşamının sonuna kadar sürer. 1980’lere kadar, askerlik görevini yapmadığı için vatandaşlıktan çıkarıldığı için, yasaklıdır. Türkiye’ye giremez. Zor yıllar, Fransa’da, resimler yaparak ve sergiler açarak gerçekleştirdiği sanat kazanımlarıyla kolaylaşır. Türkiye’de, Lhoté kübizminin kuramlarına bağlı resimlerden uzaklaşmaya çalışarak yeni yollar arayan Selim Turan,  bu dönemin düşünsel değişim sıkıntılarını yaşayan Türk ressamlarının tasalarını geride bırakıp, yeni bir anlayışa yönelmeye karar verir. Paris’in soyut söyleminin içinde soluk almaya başlar. Soyut sanat hareketlerini incelemeye ve uygulama alanına alır. İncelendiğinde Selim Turan’ın daha öğrencilik yıllarında, soyut eğilimlerin etkisi altına olduğu gözlemlenir. Döneminde non-figüratif resim olarak adlandırılan sanat hareketlerine Turan da katılır ve 1947 yılında Fransız Hükümeti’nin bursu ile gittiği Paris’te, soyut kompozisyonlardan oluşan resimler yapar. Selim Turan daha Paris’e gitmeden önce, sanatın merkezi olan bu kentte karma sergilere, soyut resimleriyle kabul edilmektedir. İlk kez 1946 yılında, Paris Modern Sanatlar Müzesi, onun soyut kompozisyonlarını sergiler.  Paris’te yaşamaya başladığı andan itibaren de bu 1948 yılında, Paris Güzel Sanatlar Ulusal Müzesi, 1948 yılında Paris Galeri Des Deux İles, 1949 yılında Paris’te soyut sanat ve Paris Ekolü’nün merkezi haline gelen Galeri Rosenberg, sergi salonlarının Paris sergilerine kabul edilir.  Selim Turan soyut resimlerinden oluşan ilk kişisel sergisini Paris’e gelişinin henüz ikinci yılı olan 1950 yılında, Galeri Breteau’da açar. Bu büyük bir başarıdır. Dönemin kültür adamlarının uğrak ve toplanma yeri de olan bu galeride önemli ressamlar için sergi açmak hiç de kolay değildir. Türk Hat Sanatının kaligrafik hareketlerini ve formlarını da anıştıran soyut resimleriyle, Paris'te,  1951 yılında Picasso’nun eserlerinin sergilendiği, Salon de Mai’de toplu sergide soyut resimleri sergilenir.  Ayrıca,  yalnızca soyut resimlerin sergilendiği Salon des Réalites Novelles da Selim Turan’ın soyut resimlerine sergilerinde yer verir ve koleksiyonunda tutar.

Breteau’daki sergisi sırasında Akademi Ranson’un yöneticileriyle tanıştırılan Selim Turan bu okulda görev alacaktır. Aynı yıllarda Fontainbleau yaz okulunda da dersler verir. 1976 ve 1983 yılları arasında Goetz Akademisi’nde ders veren Turan 1991 yılında da Paris Sorbonne Üniversite’sinde Profesör Emerite olarak doktora jürilerinde görev alır. 1955 ve 1958 yıllarında sergi açtığı Galeri Craven Selim Turan’ı uzun yıllar temsil edecektir.

1975 yılında, Akademiye girişinin kırkıncı yıl dönümü nedeniyle, Fransa’nın Vivion kentinde, Centre Cultrel du Prierue’de retrospektif sergisi düzenler. Bu sergisinde, soyut resimlerinin yanı sıra heykel, portre, peyzaj, tezhip, minyatür, gravür ve folklorik resimlerini sergileyen Selim Turan’ın sanatını tanıtan eleştiri ve şiirlerin yer aldığı bir katalog da düzenlenir.

Selim Turan, açtığı sergilerle sanat çevresinde tanınır olmanın ilk aşamasını gerçekleştirir. Kendisinden önce Paris’e yerleşen Fikret Mualla’yı bulur ve onun oturduğu evin giriş katını satın alarak, yaşamının sonuna kadar bu evde şövalesi hiç boş kalmadan, boyaları ve fırçaları hiç kurumadan soyut kompozisyonlar yapar. Yaşamı boyunca, sakin ve sessiz ancak bilge kimliğiyle sanat çevrelerinin aranan sanatçısı olur. Selim Turan’ın Soyut resimleri, 1950’li yılların Paris Ekolü sergilerinin açıldığı ortamda, sanatçıların, eleştirmenlerin ve galerilerin beğenisini kazanır.

Sınırsız boşluklar oluşturan çoğu yatay kompozisyonlar olarak düzenlenen ve 1950’lerin ilk yarısına başat olan resimlerinde, kalın konturların egemen olduğu kaligrafik yorumlar, ilk soyut çalışmalarını yaptığı deneysellik döneminin resimleridir. Üçlü olarak belirlenen ana armoni; mavi, sarı ve kırmızı, bu kompozisyonların can damalarıdır. Diyagonal kesişmeler ve kesmeler, formsuzluğun düzeninde yeni formlar yaratmaya başlar.

Kuşkusuz Turan, Wassily Kandinsky’nin soyut sanat teorisini, biçim - renk kuramını okumuş ve incelemiş olmalıdır. Çıkış noktası, okuyabildiği ve yazabildiği kaligrafi ve lekesel soyut formların bileşkesinin kompozisyonlarını tuvallerine yerleştirmektir. Sınırsız deneylere girişir. Onun öğrenim sürecinin bir parçası olan kaligrafi, soyut kompozisyonlarının asal değeridir. İkinci asal değeri ışık oyunları ve gölgelerin karanlık lekeleridir. Muğla Bodrum’da yapmış olduğu kompozisyonlarda kullandığı leke dengelerini kuran ışık oyunları ile yaratılan siyah ve beyaz etki, kaligrafik kompozisyonlarının tasarımlarına yön vermektedir. 

1948 yılının Ekim ayında Galerie des Deux Iles’de Camille Bryen tarafından gerçekleştirilen karma sergide yer alan çalışmaları, baskı tekniklerini denediği kaligrafik eserlerden oluşur. Bu sergi onun Paris sanat çevresinin içinde yer almasının ilk durağıdır. Hartung, Soulages, Poliagof, Goetz,Tabuchi gibi sanatçılarla tanışır ve Robert Vrinat gibi önemli eleştirmenlerle tanışır. 1950 yılında Galerie Breteau’da açılan sergisinde yer alan soyut resimlerine, Mozart’ın Operası, Rimbaud’un şiiri, İranlı şair Sadi’nin kitabı, Pierre Loti’nin İstanbul Romanı, Hindu dininde yaratılış tanrısı ve Hazreti Ali’nin isimlerini vermesi, felsefesinin genişleyen ve yerlerini alan kaynaklarına göndermeler yapar. İyi bir okur olarak düşünce alanının belirleyen ilgi odakları; din, felsefe özellikle mantık, matematik ve sosyolojiyi kapsamına almaktadır. Evrene ve insana onların etik değerleri olan inançlara ilişkin okumalar yapmakta ve özgün felsefesini yapılandırmaktadır.

Işık ve gölge, siyah ve beyaz dokunun oluşturduğu kompozisyonlarda sanatın tarihine göndermeler yapan formları çağrıştırır. Çoğunluğu, Hristiyan ikonografisi olarak tanımlanan diyagonal platformlarda iki ayrı form olarak yükselen kaligrafik formları, yatay eksende diyagonal olarak kesen hat, Japon Sanatı’nın Thor’larından başlayarak İsa’nın çarmıha gerilişine kadar uzanan Uzakdoğu ve Hristiyan ikonografileriyle bağlar kurarak açıklanabilir. Bu resimlerin alt yapısında, Hartung’un asistanlığını yaptığı dönemde, onun atölyesinin tozunu yuttuğu, plastik değerlerin izleri de yer almaktadır. Özellikle kaligrafi ve örtüşen, yüzey kaplayan renk lekelerinin yarattığı plastik etkiler üzerinde Turan’ın geliştirdiği özgün kompozisyonlar yükselir.    

selim2146.jpg

Ancak bu kompozisyonların temelinde var olan sanat tarihi okumaları göz ardı edilemez. Sanat tarihi okumaları ve müze gözlemlerine dayalı asal değerler arasında, özellikle Rembrandt Harmensz van Rijn’in 1657 tarihli, “Sığır Karkası (Carcass of Beef)” adlı yapıtında ışık ve gölge dengelerinin yarattığı görkemli eseri önem taşır. Selim Turan’ın soyut kompozisyonları, siyah resimler serisinde,  Sığır Karkası kompozisyonuna gönderme yapması büyük önem taşır.

 “Siyah Resimler” olarak adlandırılan eserleriyle Selim Turan, kaligrafik soyutun müzikal senfonisini yaratarak, Paris Ekolü sanatçıları içinde özgün bir yere sahip olur. Bu nedenle de önemli koleksiyonlara girmeyi başarır. Işık kaynağının kompozisyona başat olan gücünü Rembrandt’ın eserlerini inceleyerek çözümleyen Turan’ın, ışık akışlarıyla tasarladığı Siyah Resimleri,  siyah yüzeyler üzerinde ışık lekelerinin kurduğu kompozisyonlardan oluşur.  Tuval yüzeyine dağılan ışığı soğuran, dokulu boya teknikleri kullanması, kompozisyonların armonilerine farklı boyutlar kazandırır. Müzikal armonilerle yükselen koyu renk değerlerinin arasında, en aza indirgenmiş sıcak armoniler, içsel coşkuyu doruğa çıkarır.  Duyarlığı doruğa çıkartan Siyah Resimler,  Selim Turan’ın soyut söyleminin eserlerinin de doruğa çıkmasına önayak olur.

Turan’ın ışıkla yüzleşmesi, biçimsel formlar ve imgelerle açıklanan ikonografik simgelerin yorumlara bağlamaktan ve imgesel ilişkiler kurmaktan çok daha ilerisindedir. İsa’nın çarmıha gerilişinin yüzbinlerce yorumuna yeni bir yaklaşım kurmak ya da Carcass of Beef’in ışık tasarımını farklı bir yorumla, yeniden deneyimlemek, Turan için,  teknik kimi ayrıntıları gözlemlemekle, yeni kurgular ve yeni ışık kaynakları içinde armoniler yaratmakla eş anlamlıdır. Ancak onun hedefi çözümlediği ve kompozisyonlarının altyapısını oluşturan plastik değerlerin varoluş felsefesini yansıtan resimlere dönüşmesidir. Selim Turan sessizliğin içinde, varoluşun gizlerini sorgulamaktadır. Kültürlerin kesişmesinin gizini sorgularken aslında yaradılış efsanesinin de içinde dolaşmaktadır.

Selim Turan’ın soyut kompozisyonları, ilerleyen yıllarda gelişen sanat dönemlerinin açıklamalarıdır. Giderek çok renkli armonilere dönüşen, çok sessiz duran ancak derin ve çok sesli felsefesini müzikle kurduğu bağlarla pekişerek gelişir. Atölyesinde, resim yaparken sürekli olarak klasik müzik dinleyen Selim Turan’ın kaligrafik soyutları, doğaçlama ve müzik ritimlerinin örüntüleriyle eş değerde formlar, renkler ve şiirsel spritüal kompozisyonlardır. Yeteneği ve sanatçı duyarlığıyla, tuvallere yansıyan, kimi günlerde atölyesinde yankılanan Franz Schubert, Carl Maria von Weber ve Gioacchino Rossini notalarıdır. Bazen, Franz Liszt, Felix Mendelssohn Bartholdy, Niccolo Paganini, Robert Schumann, Frederic Chopin, Johannes Brahms, Giuseppe Verdi ve Richard Wagner'in operalarının ritimleri, hüzünler, sevinçler ve çığlıklardır. Geç Romantik Dönem: Müziğin denetiminin “Almanya-İtalya-Fransa” üçgeninden çıktığı dönemdir, çoğu zaman Nikolay Rimski-Korsakov, Peter İlyiç Çaykovski gibi Rus; Bedrich Smetana ve Antonin Dvorak gibi Çek bestecilerin konserleri yansır resimlerine.  Müzik dinleyerek resim yapma alışkanlığı, Selim Turan’ın hayatı boyunca sürer ve soyut resimlerinin alt yapılarını oluşturur.

Selim Turan’ın sanat anlayışını en yakından anlamam ve sanatı hakkında incelemeler yapmam, “Türk Resim ve Heykel Sanatının Paris Elçisi: Selim Turan” adı altında düzenlediğim ve küratörlüğünü yaptığım eş zamanlı iki sergi sırasında gerçekleşti. 8 Kasım-30 Kasım 1993 tarihleri arasında Ankara Resim ve Heykel Sergi salonunun büyük sergi salonunda soyut kompozisyonları, Galeri Selvin’de Kaz Dağları resimlerini sergilediğim bu iki büyük sergi, Selim Turan’ın yaşamının son yıllarında Türkiye’de açtığı en kapsamlı ve sergiler olarak sanat tarihindeki yerini alır.

Selim Turan’ın resimlerine ve heykellerine yön veren felsefesi ve estetik duyarlığını da bu aşamada keşfettim. Selim Turan, Uzakdoğu ve Ortadoğu inançlarının kaynakları okumakta, Haitili şairin satırlarından lirik ritimlerle akan etik değerleri içselleştirmektedir. Gülistan’dan Sadi’nin mistik dünyasının sırları bulmaya çalışmakta, Zaratustra’dan zerdüştlüğün özünü keşfetmeye uğraşmaktadır. Epicure’den Antik Yunan düşüncesini öğrenmekte, Mahabharata okudukça Hint Destanı’nın bölgenin inancını nasıl ortaya koyduğunu düşünüp heyecanlanmaktadır. Hazreti Ali tasvirleriyle din efsanelerinin inançlar üzerinde yarattığı derinliği bulgulamakta, Colitide de Vaux, Auguste de Comte’ye Réligion de L’Humanite düşüncenin akışı ve laikliğin bilinçlenmesinin savlarını incelemektedir. Yani varoluşun felsefesini, inancını ve evrimin içindeki gelişiminin izlerini sürmektedir. Derindir ve derin olan felsefesini resimleriyle görünür kılmaktadır. Felsefesinin gizemi; Robert Vriant’ın sergi davetiyesine yazdığı satırlarında gizlidir;

“Sessiz, düşüncelerin içinde, Yaradılışının içinde yaşıyor”

Ben de Selim Turan’la karşılaşan, konuşan ve üzerinde araştırma yapan herkes gibi önce bu sessiz ve derin yaratılışla karşılaştım. Zamanla bu sessizlikle yüzleştim ve inceledim. İlerleyen yıllarda bu derin sessizliğin içinde, okunan, özellikle de yazıldığı dilde okunan, din felsefe, sosyoloji, önemlisi mantık ve matematik kuramları ile şiirlerle dolu kitaplardan edinilen bilgiler sıyrılıp çıkmaya başladı. Bunların nasıl özümsendiğini fark ettiğimde Selim Turan’ın derin felsefesinin gizini de çözümlemiş oldum. Geniş bir okuma yelpazesi, engin bir sessizlikle örtüşmekteydi. Derinlere inen gözlemlerle, kendi içinde söylemlerle farklı oluşumlar yaratan resimler, müziğin ritmini, şiirin lirik söylemlerini, varoluştan bu yana insanların etik değerlerini, inançlarının anlamlarını resimlemekteydi. Derinden gelen mistik ruhun algılayışını Turan’ın soyut kompozisyonlarının ışığında, renksizliğinde, sıcak ve soğuk dengelerin armonilerde, geometrinin plastik değerleri ile açıklanan tasarımlarında yerlerini buldukça Selim Turan resimleri bir sanat tarihçisi olarak duyarlığımı yüceltti ve heyecanlarımın kaynakları olan yeni bilgi akışlarıyla perçinledi.

Varoluşun felsefesini, Selim Turan’ın bu felsefe içinde içselleştiği değerleri belirleyen göstergelerini, bu göstergeleri sessiz ve derinden temsil eden ışığın yarattığı formları bulgularken, onun sanatın tarihi içinde nasıl gezindiğini fark etmek önemliydi. Bu onun sanat anlayışının felsefesini çözümlemekti. Kompozisyona başat olan düşey ve yatay kurgunun bağları gibi duran, ancak ritim ve planlar arasındaki dengeyi vurgulayarak resmin görkemli görselliğini sağlayan yaylarla kurgulanan ritmin yarattığı mantığın izini takip etmek, sanatın tarihinin kaynaklarının anlamını vurgulamaktı. Selim Turan’ın soyut kompozisyonları, Géricault Salı’nın “Günahkârlar Asla Kurtulmayacaklardır” imgesini içselleştiren felsefesine ve bu düşünce ışığında kompozisyon dengesinin geometrik yapısına yeniden bakmayı anımsatır. Bir başka açıdan da,  Delacroix’in form ve perspektif odaklarla yaratılan planların kompozisyonlara verdiği görsel etkiyi, özgürlük ve insanlara yol gösteren ‘Hürriyet’in anlamını fark edebilmek ve özgürlük kavramının anlamı içinde kalabilmek Selim Turan’ın felsefesinin derinliğini anlamaktı. Selim Turan’ın düşeyler, yataylar, diyagonaller, bunlara boyut, derinlik ve hareket katan yanal ögeler olan kesik kırık ve yaylarının yarattığı kompozisyonların felsefesi, resimlerinin sanat eserlerine dönüşmesine ve sanat tarihi içindeki yerinin öneminin belirlenmesine neden olur. 

Bu arada, Selim Turan, ilerleyen yıllarda Fransa Başbakanı olan, 1929 İzmir doğumlu Édouarda Balladur’un yeğeni, 1924 İzmir doğumlu ünlü Fransız Mimar Jean Balladur’la da birlikte çalışmaya başlar. Balladur Turan’dan, kendisinin mimari tasarımını üstlendiği öğretim kurumları projelerinde değerlendirilmek üzere, heykeller yapmasını ister. İtalya’da Carrera kentine gider ve heykellerini burada bulunan mermer ocaklarında çalışır.  Bu yıllarda,  Fransa’da geçerli olan imar yasaları uyarınca, yaptırılan yeni binaların bütçesinin % 1’inin sanat eserlerine ayrılması zorunludur. Bu bağlamda, Selim Turan duvar resimleri ve heykelleri, mimari tasarımını Jean Balladur’un yaptığı, Bordeaux, Arles, Cean, Dieppe, Lille, Nimes, Toullouse, Fransa’nın birçok bölgesinde bulunan okul binaların iç ve dış mekanlarındaki yerlerini alır. Özellikle de Fransa’nın Normandiya bölgesinde okul binalarının açık alanlarında bulunan heykeli, Turan’ın soyut anlayışının tanınmasına neden olur. Bunların arasında yer alan ve sanatçının döneminin en büyük tartışması haline gelen 1976 yılında, Arcachon Test de Buch’da yaptığı “Tez, Antitez ve Sentez” heykelidir. Bu heykel Selim Turan’ın düşey ve yatay dengelerin statik kontrastlarını dinamizme götüren diyagonal formlarının, tuval karesinden çıkartılarak, gerçek bir atmosferde heykel olarak tasarımıdır. Bu heykelin çok çarpıcı bir meydan tasarımına dönüşmesinin nedeni, Turan’ın boşluk doluluk, denge ve statik kavramları ve bu kavramların 20. yüzyılın sanat anlayışının ulaşmak istediği hedeflerinin asal kaynakları olarak tartışılmasının, kendi düşünceleriyle açıklamasıdır. Anıtsal boyutlarıyla, yalın kompozisyonlarıyla Stonehenge’e göndermeler yapan düşey mermer kütleler, aslında sanatın mantık kuramlarıyla çözümlenen estetik oluşumlar olduğunu ve evrenin oluşumunu, zamanın varlığının göstergelerinin sanat eserleriyle sürdürülebilir hale getirdiğini kanıtlar.

Sonuç olarak insan, varoluş, inanç, özgürlük ve hürriyet kavramlarının şiirsel armonilerle, felsefenin derinliklerinde açıklanmasını gerçekleştiren Selim Turan eserlerinin düşün alanlarının ve deneyimlemenin sınırsızlığını, edebi ve plastik değerlerin önemini, yazınsal ve resimsel kaynak anlamını belirlemektedir. Siyah resimlerin merkezlerinde yer alan Selim Turan’ın ışığı, bir başka bakış açısıyla, dünyanın merkezindeki ışık olarak düşündüğümüzde, magmanın, zaman içinde yerkürede oluşan yarıklardan dışarı sızmasını resimlediğini düşünebiliriz. Evrenin içsel ışığını, inancın, mantığın ve felsefenin ışığına dönüştüren Selim Turan, 1950’lerin ortalarından sonra, bu kuvvetli ışık kaynağını kendisini tanımlayan simge olarak geliştirerek sürdürür.

1960’ların, mavi ışıklı dönemlerinde, daha sonra yeşil ve tonlarının arasına renk lekelerinin dağıldığı kompozisyonlarında, Sarı resimlerin ışık olarak sınırsız boşluklarla buluştuğu siyah ya da beyaz konturların derinlikleri arasında küçük mavi ve kırmızı lekelerin beneklendiği armonilerin Selim Turan resimlerine dönüşümündeki anlamı, onun felsefesinin izlerini yansıtır. Kompozisyonlarının arka planının derinliklerden başlayan hareketin, boya dokusu, renk ve lekenin kesiştiği espasların katmanlarında ritmik kaligrafik formları fark etmek, yarattıkları etkinin evrenin sonsuzluğu ile örtüştüğünü hissetmektir. Işık resimlerinin 1970’lerden sonra, arka planını bir sır gibi örten kırmızı ve yeşil ışıkların üzerinde nonfigüratif formların kesintisiz ve deneysel ritmi, Turan’ın kompozisyon kurgularının mantık ve estetik duyarlık bileşkeleridir.

Koyu kırmızılardan ya da ışığı içinde saklayan siyah-yeşillerden başlayan, sonra ton değerleri kademelerle açılarak sarı, aydınlık ve parlak ışıklara doğru derinleşen soyut kompozisyonlarında, Turan artık çok merkezli perspektifler kullanmaktadır. Resme başat olan diyagonal hatlarla tetiklenen odak noktaları, sonsuzluklarla özdeşleşen varlığı ve varoluşu sorgulayan kompozisyonlardır. Düşey hareketi kaligrafik kompozisyonu, beklenmedik düzlemlerle kesen diyagonal hatlar, statik düzlemlerle dinamik yayların karşıt devinimini göstergeler. Düşey ve diyagonal düzlemlerin espaslarının arasında farklı layerlarda/tabakalarda dalgalanan yaylar, Rönesans resminden 20. yüzyılın yarısına kadar ulaşan kompozisyon kurgusunu farkındalığını ve çağdaş yorumlarda nasıl kullanılabildiğini belgelediği için Selim Turan’ın bu resmilerini incelemek gerekir.

Turan’ın soyut anlayışının doruk noktasında ulaştığı müzikal ritimlerin sınırsız boşluklarda sonsuzluk izlekleri olan ışık ve renk resimleri; siyah, beyaz, mavi, sarı, kırmızı ve yeşil ışıklarına dağılan kaligrafik tasarımlarının gizemi,  dünyanın oluşumunu, insanın varlığının ifadesidir. Varoluşun felsefesini, inancın etik değerlerini, özgür ruhun derinliklerini, önemlisi, Selim Turan’ın resimlerinin felsefesini anlamaktır. 

Bu aşamada önemle üzerinde durulması gereken bir konu da, 1990’lı yıllarda Selim Turan resimleri arasına giren Kaz Dağları ve Sarı Kız resimleridir. Selim Turan'ın resimsel anlatımının kaynakların arasında halk sanatımızın esinlerinin kazandığı bu dönem, doğa ve geleneğin bir arada resimlenmesidir. Dağlar ve bu dağların tepesinde yaşayan Türkmen köylülerinin yaşamlarını resimlemeye başlar. Halk efsaneleri, halk sanatına, düğün dernek, değil özellikle de cenaze törenlerine ait belirgin anılar taşıyan çok öznel resim serileri ile de tanınacaktır. Rengârenk giysileri ve her biri takan kişinin tasarımı olan başlıklarıyla, diyagonal kesişmeler yapan patikalardan sıralara halinde törene katılan kadın ve erkeklerin oluşturduğu konvoylar ne kadar etkilendiğini defalarca bana anlatan Turan, Kaz Dağları’nda gizlenerek korunan gelenekleri resimler. İstanbul’da sergisinde tanışır Tahtakuşlar Köyü sakinleriyle. Sergisini gezenlerin bu köyde yaşadığını duymak Turan’ı şaşırtır. Sohbet Bach’a kadar uzanınca, Kazdağları’nda bir köyün sakinlerinin çağdaş sanatla yakından ilgilenmesi Turan’ı heyecanlandırır. Sergi sonrasında Kuzey Ege’de Kaz Dağları’na gider, çevreyi dolaşır, resimler yapar. Yaşam özelliklerini koruyan Tahtakuşlar Köyü’nün Türkmen geleneklerini ve efsanelerini derleyen Turan bu köyde, 10.6.1991 tarihinde ‘Tahtakuşlar Özel Etnografya Müzesi’nin mimari projesinin tasarlanmasına, müzenin kurulmasına, düzenlediği serginin tüm gelirini bağışlayarak büyük destek verir. Bu aşamada Türkmen kadınlarının giysileri, soyut desenli ve Türkmen kilimleri Selim Turan’ın tuvallerinde yerlerini almaya başlar. Türkmen Gelinleri ve Sarı Kız Serileri, geleneklerle ve efsanelerle beslenen özgün Selim Turan’ın 1990’lı yıllarının sanat dönemi içindeki yerini alır. Sarı kız efsanesinde tekrarlanan 12 parlak ışık, 12 imamın efsanesi, Sarı Kız ve Kazları, Selim Turan’ın statik hareketle durmadan dönen mobil çalışmalarının kaynağı olur.

Mobil heykellerinin Türkiye’de, ilk ve tek uygulaması, Ankara’da Kurtuluş Parkı’nda bulunan Sarıkız Heykeli’dir. Makalenin başında, Selim Turanla derin sohbetlerimizin başladığı ve kendisine Sanart Projesi olarak önerdiğim heykelinin çalışmaları 1992 yılında bir hayli ilerler. O yılın yaz aylarında, Osmanbey’de bulunan kardeşi Feyzaver Hanım’ın evine, heykelin ilerleyen çalışmalarını görmek için gittiğimde, Selim Bey salonda, heykelin tasarımıyla uğraşmaktaydı. Yapmış olduğu Sarıkız heykeli, büyük bakır parçalar halinde salona dağılmıştı. Heykeli oluşturacak bakır levhaların form bulmuş parçaları arasında uzun bir zaman geçirdik.

Heykelin açılış tarihinde Ankara’da, Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde ve Selvin Galeri’de, Turay Galeri sahibi Turay Kaynak’ın eserlerin taşımasını üstlendiği eş zamanlı iki sergi düzenleyeceğimi belirttim. 1993 yılının kasım ayının, Selim Turan’ın Türkiye’de, başkent Ankara’da üç büyük etkinlikle tanıtılmasını gerçekleştireceğimi anlattım. Heyecanlıydık. Ankara’da üç farklı semtte, Kurtuluş Parkı’nda heykel, Opera Meydanı’nda Resim ve Heykel Müzesi büyük sergi salonunda “Soyut Kompozisyonlar” ve Kavaklıdere’de Selvin Galeri’de Sarıkız ve Kaz Dağları efsanelerini sergileyerek kasım ayının Türkiye’de Selim Turan ayı olmasını planladım.  Kültür Bakanlığı müsteşarı sayın Mehmet Özel Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nin salonlarını açtı. Soyut resimler için açmakla kalmadı aynı zamanda müze koleksiyonuna seçimini benden rica ettiği iki büyük soyut kompozisyonu da müze için satın aldı. Soyut kompozisyonlarının bütünü koleksiyonerler tarafından alınan sergilerden Sarı Kız resimlerinin çoğu da koleksiyonlardaki yerini buldu.

Heykelin konulacağı yeri seçmek için Selim Turan’ı Ankara’ya davet ettim. İki gün boyunca,  Ankara’da heykel yerleştirmeyi planladığımız parklarda dolaştık. Yemek yedik sohbet ettik, kahve içtik, sanat üzerine konuştuk. Selim Bey heykeli için Kurtuluş Parkı’nı beğendi. Ağaçların arasına saklanmak ve heykelle sanatseverlerin karşılamasının sürprizli olmasını istediğini belirtti. Paten Sahasına gelen çocukların heykelini görmelerinden çok hoşnut olacağını belirtti. Düz bir topografyada yükselen ağaçların arasında, parkta dolaşanların aniden fark edeceği bir heykel yapmak fikrindeydi. Öyle de oldu. Açılış programını birlikte Kasım ayı başında, sergilerle eş tarihli olmasını saptadık, Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde soyut resimlerinden oluşan, Galeri Selvin’de de Sarıkız resimlerini kapsamına alan iki ayrı sergi ile aynı günde büyük bir açılış töreni programı hazırladım. Ancak ne yazık ki bu program, Sanart ve bana haber vermeksizin ağustos ayında aniden yapıldı. Heykelin kendi ekseninde dönmesini sağlayan sistemi hazırlatan Sayın Prof. Dr. Erhan Karaesmen, o dönemin Belediye Başkanı Karayalçın’ın başbakan yardımcısı olmadan heykeli açmasının uygun olacağını savlayarak Sanart üyelerinin ve benim Ankara’da olmadığımız bir tarihte, heykelin açılışını yapılmasına vesile olması, ne yazık ki heykelin sessiz sedasız açılmasına neden oldu. En ince ayrıntısına kadar programını yaptığım Selim Turan Ankara etkinlikleri ikiye bölünür.  Ancak, sonuçta Selim Turan’ın Türkiye’de bir parka yerleştirilmiş olan ilk ve tek mobil heykeli olan 12 metre kaide üzerinde mobil olarak hareket eden 12 metre yükseklikteki Sarıkız Heykeli’nin, 1993 yılından başlayarak Ankara’nın yaşamının bir parçası olmasını Sanart heykel projeleri kapsamında gerçekleştirmiş oldum.

Sabancı Müzesi’nin alt katında, kronolojik bir sistem içinde sanat dönemlerine ayrılarak seçilen eserleri arasında gezerken, Selim Turanlı yıllar, düzenlediğim sergiler, uzun konuşmalarımız, resimleri, hakkında onun yumuşak, zor duyulur sesiz sesiyle anlattığı sanat tarihi kaynakları, Hakkı Anlı, Abidin Dino, Mübin Orhon, dostluklar, Fikret Mualla, galeriler ve eleştirmenler… Anılarının hepsi gözlerimin önündeydi. Konuşurken çikolata kâğıtlarını bükerek yaptığı mobil küçük heykeller de oradaydı. Necmi Sönmez tarafından kaleme alınan “Selim Turan, Tez-Antitez-Sentez” adlı kitabın sayfaları arasında, belgeler ve yazıların içinde incelemeler yaparken de, Selim Turan’ın engin sanat anlayışını anlattığı anılarının arasında yeniden dolaştım. Önemlisi, Sakıp Sabancı Müzesinde düzenlenen, Selim Turan’ın eşi Şahika Turan’ın İstanbul Üniversitesine bağışladığı resimlerle Necmi Sönmez tarafından düzenlenen sergi ve hazırlanan kitabı Selim Turan ve sanatını sanatseverlerle buluşturması önemliydi.

 

Selim Turan, felsefesi ve estetik duyarlığıyla, sanatın tarihine bir kez daha kalın harflerle yazıldı ve bundan sonra da yazılmaya devam edecektir.